İltizam Sistemi
İLTİZAM SİSTEMİ
İltizam sistemi, esasen vergilerin aynî olarak alındığı devirlerde kullanılmış bir tahsil usulüdür. Bu sistemde vergilerin tahsil yetkisi belirli bir bedel ve götürü karşılığında devlet tarafından anlaşma ile “mültezim” denilen üçüncü bir şahsa verilmektedir. İltizam sisteminde, iltizama verilecek vergiler bölgelere göre açık arttırmaya çıkarılır ve bu iş, en yüksek teklifi veren şahıs veya şirketlere bırakılırdı. Bu şahıs ya da şirketlerin devlete ödediği bedel ile topladığı vergiler arasındaki fark mültezimlerin kazancını teşkil etmekteydi.
16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan malî bunalım 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı malî yapısını derinden etkileyecek sonuçlar ortaya çıkarmıştı. Özellikle savaş teknolojisinde meydana gelen gelişmeler, sürekli maaş alan ve ateşli silahlarla donatılmış merkez ordularının önemini arttırmıştı. Bu gelişmeler hem Osmanlı maliyesine önemli bir yük getirmiş, hem de devlet gelirlerinin büyük bir bölümünün merkezî hazinede toplanması zorunluluğunu doğurmuş ve tımar sisteminin çözülmesine giden yolu açmıştı. Bu eğilim sonucunda bir yandan klasik Osmanlı sosyo-ekonomik yapısı, maliyesi ve vergi toplama düzeni çözülmeye uğrarken, öte yandan da eskiden beri sistemin içinde yer alan bazı malî uygulamalar yaygınlık kazanmıştır.
Bilindiği üzere tımar sistemi önemli bir malî uygulama idi. Bu uygulama sayesinde çeşitli kamu hizmetleri yerine getirilebildiği gibi bir aracı kullanılmadığı için vergilerin kolay ve masrafsız olarak toplanması sağlanıyordu. Ancak öyle faaliyetler grubu vardı ki bunu tımar sistemi içine yerleştirmek mümkün değildi. merkezî bürokrasi ile ücretli askerî sınıfın yüklendiği bu faaliyetleri büyük bir imparatorluğun her tarafından toplanacak aynî vergileri, doğrudan doğruya tahsis ederek yürütmek imkansız olduğu için vergilerin nakit olarak alınması veya nakde çevrilerek merkezî bir hazineye intikal ettirilmesi ve oradan bu faaliyet gruplarına maaş şeklinde ödenmesi zorunluluğu vardı. İşte bu zorunluluk karşısında uygulanan yöntem İltizam Usulü’dür. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu takip eden yüzyıl içinde ortaya çıkan ve tımar sistemi ile bir bütünü meydana getirmek üzere birbirlerini tamamlayan bir uygulama olan iltizam usulü 16. yüzyıl ortalarına kadar merkezî hazineye ait vergi gelirlerini yarıya yakın bir oranda karşılamaktaydı.
Bu uygulama nakdî ekonominin önem kazanması ile birlikte hızlı bir yayılma temposu gösterdi. İltizam sisteminin hızla yaygınlaşmasının ana nedeni, devletin artan masraflarını karşılamak üzere mevcut aynî gelirleri hızla nakde dönüştürme zorunluluğu idi. Devletin maliyesi hızla artan masrafların bütçede yarattığı açıkları kapamak üzere bir yandan gelirlerini artırmaya çalışırken diğer yandan da masrafları kısmaya çalışmıştır. Bu amaçla para tahsisi; müsadere, yani vergiler koyma veya mevcut olanların oranlarını yükseltmenin yanı sıra bir anlamda iç istikrar diyebileceğimiz iltizam usulünü yaygın bir şekilde uygulamıştır.
Bu uygulamanın doğurduğu sonuçları şu şekilde özetleyebiliriz; Devlet müzayedede belirlenen iltizam bedelinin bir kısmını müşteriden peşin olarak talep ediyordu. Verginin tahsilinden aylar önce, önemi zamanla artan, peşin parayı yaratma zorunluluğu müzayede şartlarından biri haline gelince askerî sınıf mensuplarının elinde bulunan iltizamlar, zengin tüccarların ve tefeci grupların eline geçmeye başlamıştır. Bu kişilerin vergilerini toplamak için iltizamların bulunduğu bölgelere gitmelerine nadiren rastlanıyordu.
Sonuçta mültezimler İstanbul’dan eyaletlerdeki kazalara kadar uzanan bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlandılar. Bu uygulama mültezim ayar sınıfı arasında bir hiyerarşi oluşumunu başlatmakla kalmayıp aynı zamanda kapıkulu ve valilere dirliklerini satma fırsatı da sağlamıştır. Bununla birlikte merkezî denetimin azalması ve iltizam usulünün yaygınlaşması mülkiyet ilişkilerini hemen etkilememiştir. Üreticiler bundan böyle, yüzyıllar boyunca yaptıkları gibi gittikçe küçülen topraklarını ekmeyi sürdürmüşlerdir. Ancak şimdi ürettikleri ürünler üzerinde hak iddia eden daha çok kişi vardı.
Bu gelişmelere rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik malî yapısı, çeşitli sarsıntı ve yıpranmalara karşın 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar genel yapısını korumuştur. Ancak 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan uzun ve yıpratıcı savaşlar büyük bir malî darlık yaratmıştır. 18. yüzyıla girerken Osmanlı merkezî hazinesinin nakit sıkıntısı hat safhaya ulaşmış ve bütçe için yeni kaynaklar arama çalışmaları başlamıştır. Bu amaçla merkezî hükümet, giderleri arasında en büyük kalemi oluşturan; merkezî ordu ve bürokrasiye mensup bir kısım ulufelere, maaşlarını devlete bırakmaları karşılığında bazı mukataaları, yıllık vergilerini hazineye ödemeye devam etmek üzere iltizama vermeye başlamıştır.
Bu sayede devlet herhangi bir gelir kaybına uğramadan bir kısım maaş ödemelerinden kurtuluyor veya da tımar sistemindekine benzer tarzda ömür boyunca kârı kendisine ait olacak bir vergi kaynağını menfaati gereği himaye etmek isteyecek bir korucuya kavuşmuş oluyordu. Malikâne usulü denilen ve 1695 yılında uygulamaya konulan bu sistem Osmanlı maliye tarihinin tüm 18. yüzyılını etkileyen en önemli gelişmedir. Sistemi uygulamaya koyan fermanın amacı sık sık değişen mültezimlerin mümkün olduğu kadar fazla kâr sağlamak uğruna tahrip ettikleri vergi kaynaklarını ihya ve idame etmek üzere değişmez bir mültezimin tasarrufuna bırakmaktı. Diğer bir ifadeyle tımar ve iltizam usulü kaynaştırılmış olmaktaydı. Bununla birlikte malikâne usulünün uygulanmasındaki temel amaç ise merkezî hazinenin nakit paraya olan ihtiyacının karşılanması idi.
Uygulamaya konulan andan itibaren malikâne usulü yaygınlık kazandı ve merkezî hazinenin denetimi altında olan çeşitli mukataalar “malikâne mukataa” statüsüne çevrilerek özel şahıslara satıldı. Malikâne uygulaması ilk elde acil giderlerin finansmanında önemli sayılabilecek meblağların hazineye intikalini sağladıysa da uzun dönemde çeşitli sorunları da beraberinde getirmiştir. Her şeyden önce sistem öngörülerin aksine uzun dönemde malikânecilerin vergi kaynaklarına özen göstermeleri sonucunu vermemiştir. Mukataaları iltizama alan malikâneciler genellikle başkentte oturuyor ve mukataalarını gayri resmî olarak iltizama veriyorlardı. Hatta bazı mukataalarda ikinci ve üçüncü elden iltizamlar bile söz konusuydu. Böylece ortaya iltizam sisteminde olduğu gibi bir malikâneci hiyerarşisi ortaya çıkmıştır.
Öte yandan bu uygulama sonucunda malikânecilerin, malikânelerinde gerçek mülk sahibi gibi davranmaları nedeniyle mirî topraklar üzerinde yeni bir toprak aristokrasisi doğmuştur. İnalcık’ın da belirttiği gibi 18. yüzyılda görülmeye başlayan büyük çiftliklerin ve yerel hanedanların kaynağı burada aranmaktadır.
Tımar Alanlarının Mukataalaşma Süreci: Tımar alanlarının mukataalaşması ifadesi ile tımar, zeamet ve has adlı dirlikler biçiminde mahallinde görevlilere tahsis oluna gelen malî gelirlerin giderek merkezî hazine gelirleri arasına katılması kastedilmektedir.
Eskiden beri yapıla gelen uygulamada herhangi bir tımar ya da zeamet haslının merkezî hazine gelirleri arasına katılabilmesi için her şeyden önce bunların dirlik olma nitelik ve özelliklerinin sona ermesi gerekmekteydi. Başka bir ifadeyle havas-ı hümayun’a tahsis olunmaları gerekiyordu. Bu şekilde havas-ı hümayun’a tahsis olunan dirlik bir mukataa haline dönüşmüş olurdu ve hâsılatı merkezî hazineye girerdi.
Daha önceki yüzyıllarda münferit olaylar niteliğinde olan ve bir süre sonra genellikle başkalarına tevcin ile sonuçlanan dirliklerin havas-ı hümayun’a tahsisi olayı 18. yüzyılda mukataalaşma sürecini belirleyen genel bir eğitim halini almıştır. Gerçekten de bu yüzyılda tımar yoklamaları sıklaşmış ve bu yoklamalarda mevcut görünmeyen tımar erbabının, tımar ve zeametleri ellerinden alınmaya başlanmıştır. Bu arada birçok dirlik sahibinin de kendi rızalarıyla tımar ya da zeametlerinden feragat ettikleri görülmektedir. Bunlar genellikle ellerindeki dirliklerin hâsılatsız olduğunu ve dolayısıyla dirlik sahibi olmanın gerektirdiği yükümlülükleri yerine getiremediklerini ileri sürmekteydiler. Bir kısım dirlik sahibi ise dirliklerinin mukataaya dönüştürülmesini ve sonradan kendilerine malikâne olarak verilmesini istemekteydiler.
Bu yeni olgunun ortaya çıkmasında 1695 yılında uygulamaya konulan malikâne sisteminin 1697 tarihli bir fermanla haslara da teşmil edilmesinin etkisi büyüktür. Tımar alanlarının özellikle beylerbeyi ve sancakbeyi haslarının ve bazı kalemlerin malikâne olarak satılması ile taşra yöneticilerinin kimliklerinde ortaya çıkan yeni uygulamalar taşra yönetiminin malî niteliklerini de etkileyecek ve 18. yüzyıldaki ilginç gelişmeler iltizam usulünün boyutlarını genişletecektir.
 
LONCA TEŞKİLATI
Esnaf, yani meslekî lonca örgütleri Osmanlı kentlerinde ekonomik yaşamın varlık nedeni olup, lonca üyeleri şehirdeki nüfusun büyük bölümünü oluşturuyordu. İslam dünyasında loncaların kökeni hâlâ karanlıktır. Ancak İslam ve Ortaçağ Avrupa lonca sistemleri arasında büyük bir benzerlik görülür. 10. yüzyılda Abbasi halifelerinin yönetimine karşı dinî, toplumsal ve politik bir hareket olarak ortaya çıkan Karmatîler, loncaları bu mücadele sırasında örgütlediler. Böylece İslamî loncalar meslek örgütleri olduğu kadar Karmatî gençlik örgütü de oldular. 13. yüzyılda tarikatlar ve fütüvvet kuralları loncalar üzerinde büyük etki yaratmışlardır. Bu hareket 13. ve 14. yüzyıllar boyunca “ahilik” adıyla Anadolu toplumunun en göze çarpan öğesi olmuştur. Her meslek grubuna mensup bekâr gençler yiğit adıyla kendi aralarında seçtikleri bir ahinin önderliğinde fütüvvet ilkelerine göre örgütlenirlerdi. Bu dönem Anadolu’sunda güçlü bir merkezî iktidar olmadığından ahiler kentlerde bir takım kamu hizmetlerini de üzerlerine almışlar ve politik bir güç olmuşlardır. İslamî loncalar gerçekte başlangıçtan beri egemen askerî ve yönetici sınıfa karşı halkı temsil etmişlerdir.
Ahiler erken dönem Osmanlı devlet ve toplumunda önemli bir rol oynamış, ancak mutlakiyet ve merkeziyetçiliğin artması sonucu devlet bunları gitgide kendi denetimi altına almıştır. Ahilik kentlerde sadece bir esnaf lonca örgütüne dönüşmüş, fakat fütüvvet ahlakı lonca sisteminin temel işlevini ifade etmeye devam etmiştir.
Lonca sisteminin en önemli üyesi genellikle grubu dış dünyada temsil eden ve dışişlerini yöneten kişi olup, unvanı Osmanlılarda “kethüda”, Araplarda “şeyh” ve 13.-14. yüzyıl Anadolu’sunda “ahi” idi. Loncalarda zanaatkârların ustaları lonca kurallarını uygulayabilecek ve kendileri adına hükümete başvurabilecek üyelerden birini kethüda olarak seçerlerdi. Loncaya bağlı bir bölüm zanaatkârlar ayrılıp, farklı olarak örgütlenmek istediklerinde aralarından bir kethüda seçerek kadıya başvurur, kadı da kendilerini bağımsız bir lonca olarak kayda geçirirdi. Usta üyeler isterlerse kethüdayı azledebilir, yeni birinin seçilmesine devletin karışması halinde hep birden direnirlerdi.
Söz konusu topluluklar, örgütleri ve temel kuralları için dinî ve manevî bir dayanak aramıştır. Bu yüzden her meslek loncasının başında bu manevî ve dinî yetkiyi temsil eden bir şeyh bulunurdu. Devlet loncalarla ilişkiyi, vergi borçlarıyla ilgilenen kethüdalar aracılığıyla sağlardı. Bir kentte lonca kethüdalarının üzerinde, bütün lonca sorunlarının danışıldığı ve kentin diğer ileri gelenleriyle birlikte kenti devlet katında temsil eden bir “şehir kethüdası” bulunurdu. Önemli bir başka lonca üyesi de loncanın iç işlerini yöneten görevli yiğitbaşı idi. Lonca kurallarını çiğneyen kişiyi gerekli kişilere ihbar etmek yiğitbaşının görevi idi.
Her lonca mesleğin inceliklerini iyi bilen kişileri seçer, bu uzman kişiler malların niteliği üzerine fikirlerini bildirir, fiyat anlaşmazlıklarını çözüme kavuşturur, Pazar fiyatlarını belirlemeye yardım eder ve işçileri seçerdi.
Osmanlı loncaları değişmez hüküm ve kurallara uymak zorundaydı. Lonca üyeleri her yeni kural üzerinde tartışır, karar verir ve bunlar kadının kayıtlarına geçerdi. Bunlara ek olarak bir de, lonca ustaları ile devlet temsilcileri arasındaki görüşme sonucu kararlaştırılan ve sultanın onayladığı ihtisab düzenlemeleri, yani fiyat ve kalite belirleme işi vardı. Fakat genelde devlet, lonca örgütlerinin işlerine ihtisab yasalarının uygulanmasını güvence altına almak için karışırdı.
Fiyatları denetlemek, yolsuzluğu önlemek ve Pazar vergilerini toplamak maksadıyla devlet, hammaddenin ve işlenmiş malların belli pazarlarda satımı için bir takım koşullar koymuştu. Malların satış izni, lonca temsilcileri önünde kantarda tartılıp miktarlarına göre vergilendirildikten sonra çıkardı. Lonca sistemi; ekonomik bakımdan arz ve talep kurallarının gereklerini, belli güçlükler karşısında yerine getirme çabasıdır. Lonca temsilcileri hammaddeleri pazardan sabit bir fiyatla toptan alır, ustalara dağıtırdı. Hammaddelerin, fırsatçıların eline düşmeden ilgili loncalara uygun bir fiyatla ulaşması ve lonca ustaları arasında hiçbirini işsiz bırakmayacak biçimde dağıtılması gerekiyordu. Lonca örgütünün varlığının başlıca sebebi de zaten buydu. Üretim ve pazar arasında dengeyi kurmak için kendi dükkânlarını açma hakkı yalnız ehliyetli ustalara verilirdi.
Sistemin Bozulması: Bu sıkı yapıya karşın daha 15. yüzyılda Osmanlı loncaları arasında toplumsal ve ekonomik farklılıklar vardı. İstanbul, Bursa, Selanik gibi büyük Osmanlı kentlerindeki loncalarda, kapitalist loncalara dönüşmüş lonca üyeleriyle, çalıştıkları işçiler arasında büyüyen toplumsal ve ekonomik farklılaşma ortaya çıkmıştır. Bu büyük kentlerde artan talep sebebiyle lonca üretimi hızla artıyordu. 16. yüzyılda Osmanlı kent nüfusunda ortalama %80 artış olmuş, dolayısıyla lonca üyeleri için pazar büyümüştü. Bu gelişme loncadaki ücretli usta ve kalfaların işine yarayan bir durum yaratmış, bunları bağımsız girişimlere atılmaya teşvik etmiş, pek çoğu kentlerin uzak semtlerinde dükkân açıp üretime geçmişti. Lonca önderleri bunlarla, eskiden olduğu gibi başarılı mücadeleler veremediler. İsyancı yeni ustalar ise geleneksel üretim ölçülerini değiştirip, malın niteliğini düşürüyor ve daha ucuza satıyorlardı. Eski ustalar; büyüyen pazar içerisinde tekellerini kurma çabasıyla devleti, rakiplerine karşı harekete geçmeye zorluyordu. Rakiplerini; sanatlarını iyi öğrenmemiş, ustalık belgesi almamış acemiler olmak ve kaliteyi düşürüp fiyatı yükseltmekle halka zarar vermek, böylece devletin ihtisab yasalarını çiğnemekle suçluyorlardı.
Devletin tutucu politikası ise eski ustaların loncalardaki tekelini güçlendirmiştir. Zamanla usta, kethüda ve yiğitbaşı unvanları da babadan oğla ya da çok seyrek olarak bir kalfaya geçerek kalıtsal olmaya başladı. En sonunda bu unvanlar yasal iyelik nesnelerine dönüştüler.
Osmanlı lonca sisteminin bozulmasında başka bir etmen de kent loncalarının; saray ağaları, hatunlar ve kapıkulu askerlerinin eline geçmesidir. Bir İstanbul ihtisab resmî defterinde dükkânların çoğunluğu bu saray görevlilerinin ellerinde görünmektedir. Bu şahıslar; resmî Pazar fiyatlarını görmezden gelir, kaliteyi düşürür, bir ustalık belgesi almadan canlarının istediği yerde dükkân açarlardı. Gerçek ustaları ise zorlayarak ortaklığa mecbur ederlerdi. Bütün bu etmenler geleneksel lonca yapısının bozulmasında ve genel olarak Osmanlı zanaatlarının gerilemesinde önemli rol oynamışlardır.
 
OSMANLI DENİZ KUVVETLERİ
Osmanlı denizciliğinin temelinde Türkiye Selçuklu Devleti, Aydınoğulları ve Karesioğulları'nın teknik ve gelenekleri vardı. Osmanlıların devlet müesseslerinin ve geleneklerinin Bizans İmparatorluğuna bağlama şeklinde yirminci yüzyılın başlarında Batı Avrupa tarihçiliğinde ortala çıkan bazı görüşlerin Fuat Köprülü tarafından reddedildiği malumdur. Ayrıca Osmanlı Denizciliğinin temelini de Türkiye Selçuklu Devleti 1090’larda atmıştır. Osmanlılar ilk büyük tersanelerini Yıldırım Bayezid zamanında Gelibolu’da kurdular. 1399’da Yıldırım’ın İstanbul Kuşatması sırasında Bizans’a yardım için çıkan bir Ceneviz filosu Osmanlı tarafından Çanakkale Boğazında durdurulmuşsa da Venedik’in ve Rodos şövalyelerinin desteğiyle yapılan ikinci girişimlerinde durdurulamamıştır.
II. Murat zamanında Karadeniz’de faaliyet göstermiş ve Trabzon-Rum İmparatorluğu’nu vergiye bağlamıştır. Osmanlı donanması gerçek anlamda İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet zamanında kalıcı ve büyük fetihlere imza atabilmiştir. İstanbul’da Haliç’te kurulan Tersane-i Âmire’de büyük gemiler inşa edilmiş ve ilk deniz fetihleri bundan gerçekleşmiştir.
İlk etapta Osmanlı kıyı şehirleri tehdit eden Ege orduları zapt edilmiştir. II. Bayezid zamanında bir yandan büyük savaş gemileri inşa edilirken, bir yandan da Kemal ve Burak reisler Osmanlı himayesine alındı. Zira 1489’da Kıbrıs’ın Venedikliler tarafından alınması, denizciliğin önemini daha da artmıştır. Mora Yarımadası’nın ve civarındaki adaların fethinde Venedik ve Fransız gemileriyle karşılaşan Osmanlı donanması onlara üstünlük sağlamıştır.
Yavuz Sultan Selim zamanında Haliç Tersanesi genişletilmiş ve daha büyük gemiler yapılmıştır. Selman Reis ise Süveyş kaptanı olmuştur. Fakat Osmanlı denizciliği görünen zirvesine Kanuni Sultan Süleyman zamanında Barbaros Hayreddin Paşa’nın Devlet-i Aliyye hizmetine girmesiyle ulaşılmıştır. Gelibolu ve İstanbul’dan başka Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz liman şehirlerinde birçok tersane daha kuruldu, mevcut olanlar ise genişletildi.
Barbaros’tan itibaren kaptan-ı deryalara beylerbeylik rütbesi verildi ve Hayreddin paşa bu göreve Cezayir beylerbeyi olarak getirildi. Kanuni devrinde teşkil edilen ve Cezayir-i Bahr-ı sefid (Akdeniz adaları) denilen eyaletin beylerbeyliğine kaptanıderyalar getirildi. Merkez sancağı, Gelibolu, Midilli, Sığaçık, Kocaeli, Kanlıeli, Mizistre, Sakız vs. gibi adalar ve bazı sahil şeritleri idi.
Divan-ı Hümâyun’un aslî üyelerinden olan kaptan-ı deryanın altında tersane kâtibi gibi görevliler vardı. Kaptan-ı Derya, barış zamanlarında tersane ve donanma meseleleriyle meşgul olurdu. Bir sefer esnasında Kaptan Paşa eyaletine bağlı sancak beylerine “derya beyi” denirdi.
Osmanlı bahriyesi esas tersane erkânı olan sanatkâr ile tersane halkı denilen kaptanla, reisler ve diğer görevlilerden oluşurdu. Azeb ve levend gibi savaşçı askerler de bu sınıfa dâhildir. Barbaros ekolünden yetişen Turgut Reis, Piyale ve Kılıç Ali Paşaların mevcudiyetle devam eden denizlerdeki üstünlük, 17. yüzyılın başlarından itibaren gerilmeye başladı ve zamanla Batı’ya geçmiştir. Ancak bu asrın sonlarında donanmadan yapılan ıslahatı müteakip kürekle işleyen gemilerin yerini yelkenli kalyon tipi gemiler almıştır. Burada patrona, riyanle ve kapudane rütbeleri teşkil edilerek hiyerarşik kısmen değiştirilmiştir.
1768 senesinde başlayan Osmanlı-Rus savaşları, henüz iki seneyi idrak ettiği bir sırada, Osmanlı Devleti’nin kara ve deniz kuvvetlerinin başarısızlığı, bu iki mühim müessesenin köklü bir ıslahata ihtiyaç gösterdiği gerçeğini açıkça ortaya koymuştur. 1770 yılında Çeşme’de Türk deniz gücünün Ruslar tarafından yakılması İnebahtı deniz savaşından sonra vurulan ikinci bir darbe olmuştur. Bu hadise bahriye işlerinin daha ciddi ele alınmasını sağlamıştır. III. Mustafa, Haliç’te tersane yakınında Bahriye Mühendisliğine mahsus bir okul kurdurmuştur. II. Mahmud’un bu hususta gayretleri görülse de ne Deniz Mühendishanesinden yetişmiş bir kaptana ne de Kara Mühendishanesinden yetişmiş bir subaya rastlanmıştır.
Tanzimat Fermanı ile Bahriye Mektebi üzerinde daha ciddi bir şekilde durularak ıslah edilmeye çalışılmıştır. Bahriye mektebi için alınan ilk tedbirler semeresini yavaş yavaş vermeye başlamış özellikle harita yapmak fenni oldukça ilerlemiştir. 19. yüzyıl gemiciliğinin tamamen ilim ve tekniğe dayanması Bahriye mektebinin önemini bir kat daha arttırıyordu. Bu hususu gayet iyi düşünen Osmanlı Devleti, bütün gücü ile Bahriye Mektebini ıslah etmeye çalışıyor ve burada yavaş da olsa bir ilerleme kaydediliyordu. Devlet bir genelge yayınlayarak ilgililere bundan böyle bu tarzda bir mektup açmak isteyenlerin, önce bağlı olduğu vilayet veya kazanın mahalli meclisinde hal ve hareketlerinin tetkik edilip bunun bir mazbata ile tespit olunarak İstanbul’a gönderilmesini ve Bahriye meclisinde imtihan yapılmadıkça kendi bildiklerine göre bahriye mektebi açıp tedrisata girişmelerinin “irade-i seniyye” gereği olduğu bildirilmiştir.
 
SONUÇ
Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren denizlerle iç içe bir fetih politikası sergilemiştir. İlk önce Karesioğulları ile başlayan daha sonraki dönemlerde ise Doğu Akdeniz fethini denizcilik alanında ilerlemelerine neden olmuştur. Donanma güçlendirilmiş ve birçok ada ele geçirilmiştir. Osmanlı donanması Gelibolu ve Haliç’ten başka Karadeniz, Marmara ve Akdeniz gemi tezgâhlarında da yapılmaktaydı. Karadeniz Sinop, Çayağzı, Kefken Adası, Varna, Burgaz, Akyolu ve Ruscuk, Marmara’da İzmit, Gemlik, Edincik, Karabiga ve Akdeniz ile Ege Denizi’nde Edremit, Ayasuluk, Milas, Bodrum, Antalya Alâiye (Alanya) ve Rodos adası en önemli tersanelerin bulunduğu yerlerdi. Gemi levazımı olan halat, yelken, zift, kürek, tel ve gemi demiri gibi ihtiyaçlarda, ocaklık şeklinde kurulan teşkilatlar vasıtasıyla temin edilmektedir. Bu sebeple Osmanlı İnebahtı felaketine rağmen, altı ay gibi kısa sürede donanmayı denize indirebilmiştir. Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti Karada olduğu gibi denizde de büyük bir güç oluşturabilmiştir. Deniz savaşları çok güçlü devletlerle yapılmasına rağmen meydana gelmiştir.
 
 
Bölümler
 


Bu sayfayı nasıl buldunuz?
kötü
orta
iyi

(Sonucu göster)


 
Bugün 10 ziyaretçi (15 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol