İslam Medeniyeti Tarihi
İSLAM MEDENİYETİ TARİHİ
 
HALİFELİK ALAMETLERİ
Bu alametler halifelere mahsustur, diğer insanlardan onları ayırır.
Hırka: Hz. Peygamberin hırkası olup, buna bürde de denir. Daha önce hiçbir devlette olmayan İslam devletine has bir alamettir.
Sikke: Sikke, madenî para demektir, darphanede basılır, paralar altın, gümüş ve bakır şeklindedir. Bu değerli madenler İran’dan, Hicaz’dan ve Yemen’den geliyordu. Madenî paranın değeri ağırlık ve ayardan oluşurdu. Bu madenlerin eritildiği yere kalhane denir. Para darp etmek önemli bir hadisedir. Aynı zamanda para bastırmak hükümranlık alametidir. Madenî paraların iki yüzü vardır. Bir yüzünde portre vardır. Bunun putperestlik anlamına geleceğini düşündükleri için İslam devletlerinin paralarında portre yoktur. Halifenin tuğrası veya ayet vardır. Portre yerine diğer yüzünde de basım yılı, halifenin ismi ve lakabı vardır. İslam devletinde ilk sikke bastıran kişi Muaviye’dir. Muaviye, Bizans tarzı İslamî sikkeler bastırmıştır. Sırf halk hoş görsün diye bu paralara müşahhas (şahıslı) paralar denir. Yani sikke bastırmak hükümranlık alametidir. Sikke bastırmak İslam devletine has bir şey değildir. Para; hükümdar silsilelerinin, devletin ekonomik durumlarının belirtilmesinde de önemli bir simgedir.
Hutbe: Cuma günleri hatibin okuduğu nutuktur. Halifelik alametinin olmasının sebebi hutbede dönemin halifesine dua edilmesinden gelmektedir. İlk defa hutbede halifenin adının zikredilmesi Hz. Ali ve Muaviye arasındaki mücadele esnasında Allah’ım Hz. Ali’ye yardım et!  diye bir dua okunmuş o günden sonra hatip tarafından her halifeye hutbede dua edilmiştir. Hz. Ebubekir, Osman ve Ömer zamanında böyle bir uygulama yoktu. Bundan sonra tüm Türk İslam devletlerinde halifeye dua etmek hükümranlık alameti haline gelmiştir. Hutbe, tamamen İslamî bir motiftir. İslam devletlerine has bir alamettir. Sikke ise her devlete ait bir motiftir. Hırka da İslam devletlerine ait bir alamettir.
Mühür: Beynelmilel bir alamettir. Tüm devletlerde ve İslam devletinde de olan bir alamettir. Mühür, kişinin imzası demektir. Türkçesi tuğradır. Peygamberimiz döneminden itibaren kullanılmıştır. Peygamberimizin mührünü Hz. Ebubekir ve Ömer kullanmış fakat Osman zamanında bir kaza sonucu mühür kuyuya düşmüştür. Daha sonra Hz. Osman kendi adına mühür yaptırmıştır. Mühür padişahın emirlerinin yapılabilirliğinin göstergesidir. Yüzük şeklinde olan mührünü dönemin hükümdarı yanında taşırdı. Başlarda halife bizzat mührünü resmî belgelere basardı. Daha sonra belgeler artınca mühürü birine genellikle vezire verilmiş ve vezir hükümdar adına mühür basmıştır.
Tıraz: Süsleme demektir. İslam tarihinin terimi olarak üzerinde halifenin isminin işlenmiş olduğu üst giysisidir. Kumaşa zıt bir iplik ile işlenir. Bir teşrif yani şereflendirme elbisesidir. Tıraz’ın Osmanlı Devleti’ndeki ismi Hil’at’tır. Bu giyisiler Dorut-Tıraz denilen özel imalathanelerde hazırlanırdı. Ayrıca buralarda Kisve’de hazırlanırdı. Kisve Kâbe’nin örtüsüdür. Tıraz, İslami alamet değildir.
Asa: Değnek demektir. İslami alamet değildir. Güç, kudret, insanları sevk ve idare etmek anlamında kullanılır.
 
KÂBE’NİN GÖREVLİLERİ
Sidane: Kâbe’nin yöneticiliği, bakıcılığı ve perdedarlığı görevidir. Kâbe’nin anahtarı bu görevlinin elinde bulunmaktadır. Kapıyı bu görevli açıp kapatmaktadır. Araplar arasında en yüksek makam bu görevdi. Kâbe’ye gelen hediyeleri koruyup kesilen kurbanları dağıtan dinî bir görevlidir.
Sikaye: Mekke’de suyun azlığından dolayı gelen hacılara su bulmak ve dağıtmak görevidir. Bu iş zemzem suyunun bulunuşuna kadar devam etmiştir. Bu görev Haşimoğullarının elindeydi.
Rifade: Fakir hacılara yemek dağıtma görevidir. Her hac mevsiminde Kureyş arasında herkesin durum ve gücüne göre bir yardım toplanarak yiyecek almak, yoksul hacılara yemek vermek üzere yöneticiye verilirdi. Bu görevi ilk defa kuran ve yerine getiren Kusay’dır.
Ukab: Bayraktarlık görevidir. Kureyş’in ukab (karakuş) adıyla bilinen bir sancağı vardı ve savaş zamanı çıkarılırdı. Bu görev Ümeyye oğullarının elindeydi.
Nedve: Bir çeşit danışma meclisidir. Kusay tarafından Kâbe’nin kenarında yapılan bir binada Kureyş’in büyükleri görüş alış verişinde bulunmak ve danışmak için toplanırlardı. Tüm evlilikler, savaş kararları, savaş için sancak teslim ve görevi, Kureyş kızlarına gömlek giydirme töreni burada yapılırdı. Bu görev Abdüddaroğullarının elindeydi. Kırk yaşından küçükler bu meclise alınmazlardı.
İnşa Divanı: Devletin bütün resmi yazışmalarıyla ilgili geniş kapsamlı bir divandır. Sadece inşa divanının değil, devletin bütün kademelerinin çalışmalarının anlatıldığı bir eserdir. Bu eser sadece teorik bir bilgi veren eser değil, aynı zamanda yaptırım gücü olan fiili vesikaların barındığı bir eserdir. Bu eserin dört cildinde Memluk sultanlarının alametleri, yani saltanat alametleri hakkında bilgi verilmektedir. Saltanat alametleri ile ilgili bilgilerin başında şu ifade kullanılmıştır: Selahaddin Eyyubi, Fatımî devlet teşkilatını tamamen değiştirdi ve Türk devlet teşkilatını getirdi. Selçuklular, atabeylikler, Eyyubilerin devlet teşkilatını getirdi.
 
HÜKÜMDARLIK ALAMETLERİ
Taht: Arapçası serir’ül mülktür. Devletin başkanı olan kişinin oturduğu nesnedir. Bu nesne değerli taşlar ve madenlerle süslenmiştir. Hükümdarlar tahta belirli zamanlarda, belirli günlerde oturmuşlardır. Bütün devlet hükümdarlarının tahtı vardır. İslam âleminde ilk defa tahta oturan kişi Emevi hükümdarı Muaviye’dir. Muaviye’de bunu Bizanslılardan görmüş ve uygulamıştır. Daha sonra Emevi ve Abbasi halifeleri ve diğer İslam devletlerinin hükümdarları bu tahtlara otura gelmişlerdir. Abbasiler gösterişe daha düşkün oldukları için tahtları da daha gösterişli olmuştur. Abbasi halifeleri sanki birer ilahî kişiler gibiydi. Dolayısıyla halifelerin heybeti, giyim kuşamı gösterişliydi. Rivayete göre Abbasi halifelerinin yedi sıra yüksekliğinde tahtları vardı.
Maksure: Selâtin camilerinin (sultanların namaz kıldığı en büyük ulu cami) içinde sultanlar için ayrılmış olan özel bölümdür. Buranın konulmasının amacı hükümdarları bir suikastten korumak için ayrılmış, hükümdarın namazını orada kıldığı özel bir bölme idi. Hükümdarın korumaları onunla birlikte namaz kılarlar ve etten bir duvar oluştururlardı. Böylece devlet başkanının canı korunurdu. İşte bu bölme yani maksure bu işe yarardı.
Tıraz: Halifenin isim ve unvanının giydiği üst elbisesinin kenarlarına kumaşın zıt bir rengi ile işlemesidir.
Gaşiye: Sadece Memluk hükümdarlarına has bir alamettir. Deriden yapılan, derinin iki tarafı da altınla kaplanan, görenin altın bir levha zannettiği, merasimlerde sultanın önünde yürüyen bir kişi tarafından el ile taşınan bir semboldür. Taşıyan kişiye Rikabdar denirdi.
Çetr: Arapçası mizalledir. Mizalle gölgelik demektir. Bu, şemsiye şeklinde sultanın başının üzerinde taşınan bir semboldür. Söyleme göre Memluklerde bu çetrin tepesinde bir de kuş sembolü vardır. Onun için buna bazen de kubbe ve et-tayr denilmiştir. Genellikle atlas kumaştan altın iplerle süslü bir semboldür.
Rakabe: Arapçada boyun demektir. Atın boynuna yelelerinin üzerine örtülen altın işlemeli bir kumaş olup hükümdarın bindiği atın üzerine örtülen bir örtüdür. Daha ziyade dini bayramlardaki törenlerde kullanılmıştır. Bu da Memluk hükümdarlarına ait bir alamettir.
Çifte: Birbirine birebir benzeyen iki ata birbirine benzeyen iki delikanlı binerdi. Buna çifte denilmekteydi. Bunlar hükümdarın arkasından gelir, eğer hükümdara bir şey olursa çifte atlara binerdi. Merasimlerde çifte at ve delikanlı kullanma da Memluklulara has bir alametti.
Bayrak: Bir milletin tümünü temsil eden unsurdur. Sancaklar bilhassa muharebe esnasında yüksekte taşınıp sancağın altında savaşan askerlerin onun uğruna, onun altında savaşıp gerekirse canını verdiği savaş unsurudur. İrili ufaklı sancak türleri vardır. Bunların en büyüğü isabedir. İsabe büyük bir mızrağın ucuna asılır, tepesinde de tuğ denilen Tibet öküzünün kıllarından yapılan bir nesne bulunurdu. Bunun anlamı sefere hazırlanın! Sultan sefere çıkacak! demekti.
Mehter(tablhane): Askerî bando takımı, askerî mızıka demekti. Mehter takımını ilk defa kullanan Makedonyalı Büyük İskender olmuştur. Askerî bando takımı genellikle sefer sırasında hem askeri şevklendirmek hem de düşmanı korkutmak, geri çekilmeye mecbur etmek amacıyla kullanılırdı. Bando takımı çaldığı melodilerle pek çok parola söylerdi. Sadece savaş sırasında değil, aynı zamanda sultan uyurken kapısında mehter vurur, sabah namazına kalkacağı zamanda da mehter vururdu. Buna nevbet denirdi. Mehterin birinci görevi nevbet vurmak idi. Hükümdarın ana çadırında sarayında beş vakit nevbet vurulurdu.
Otağ: Biraz şekil değiştirip günümüze oda olarak gelmiştir. Saltanat alameti olan otağ, hükümdar çadırı anlamındadır. Otağ, her türlü lüksü içinde barındıran hükümdarın günlük hayatını geçici olarak geçirdiği yerdir. Hükümdar seferde ise hükümdarlar otağında kalırlar, sarayında bulunan her türlü imkânı otağın içinde de bulurlardı. (üstü kubbeli keçeden yapılmış dairevi hükümdar çadırıdır.) Bu çadırların üzerinde hükümdarın ismi ve unvanı olurdu. Direğinde hükümdarın unvanları yer alırdı.
Diğer hükümdarlık alametleri hutbe sikke ve mühürdür.
 
 
 
VALİLİK
İslam devlet teşkilatında halifenden sonra vali gelir. Vali geniş toprakları ve idare merkezinden uzak yerleri idare etmekle görevli, özel yetkilerle donatılmış kişiydi. Bu uygulama islamiyetten önce de sonra da uygulanmıştır. Valiler devlet başkanı tarafından atanan özel yetkili kişilerdir. Valiler özellikle askerî yetkilerle donatılmışlardır. Müslümanlar Suriye’yi aldıkları zaman on iklime(bölgeye) ayılmıştı. Bu bölgeler şunlardı; Üç ana Suriye bölgesinden birisinin merkezi Antakya, ikincisi Hama ve üçüncüsü Menbiç, idi. Bunların arkasında iki Fenike bölgesi vardı. İlkinin idari merkezi Sûr (tyre) şehri, diğerinin idari merkezi Dımaşk yani Şam idi. Bir diğer bölge Arabistan idi. Bunun idari merkezi Busra şehri idi. Diğer bölge El-cezire idi. Buranın idari merkezi de Amid idi. Diğer bölge Asruvana’dır. Buranın idari merkezi Ruha (Urfa) idi. Ayrıca üç Filistin bölgesi vardır. Birinci Filistin bölgesinin idari merkezi Kayseriya, ikinci Filistinin Beysan, üçüncü Filistinin ………………..
Mısır’da, Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır olmak üzere ikiye ayrılırdı. İran’da da idari bölümler ve valilikler vardı. Hz. Ömer devrinde topraklar genişleyince devleti bir yerden yönetmek zorlaşmıştı. Yapılan fetihler kuzeyde Kafkasya’ya kadar doğuda Maveraünnehir’e güney doğuda Hindistan bölgesine ve Tunus’un Kayra şehrine kadar yayılmıştır. Buralarda yönetim tek merkezden zor olduğu için topraklar idari bölümlere ayrılmıştı. Halifeler tarafından görevlendirilen yerlerde halkın tüm ihtiyaçlarını karşılayacak görevliler yani valiler tayin etmek zorunda kalmışlardır.
 
VALİNİN GÖREVLERİ
·   Askerî işler ile ilgili bulundukları bölgeleri idare etmek, bölgede çıkan isyanları bastırmak, gerekli yerlere asker göndermek, bu askerleri memnun etmek valinin görevleri arasındadır. Hudut bölgesindeki valilerin ise çok daha uyanık olmaları gerekmekteydi. Bu yüzden devletlerin avasım veya suhur yöntemlerine başvurdukları görülmektedir. Bu yerler tamamen askerî teşkilatların olduğu yerlerdir.
·   Valilerin bir diğer görevi ise devlet memurlarını görevden alma ve tayin etmek gibi idarî işlerdi. Ancak kadıların atanma ve görevden alınması valinin yetkileri dahilinde değildi. Halifenin tayin ettiği kadıyı yalnızca halife görevden alabiliyordu. Kadılar özel statüde bir görevde olduğu için doğrudan doğruya halife tarafından atanırdı. Valinin idari görevleri arasında sadaka ve zekâtları toplama işi de vardı. Valinin en önemli görevlerinden birisi de halkın can ve mal güvenliğini sağlamaktı. Fethedilen topraklarda şer-i hükümlerin uygulanmasını sağlarlardı.
·   Namazda imamlık yapmak da valinin görevleri arasındadır. Asıl olarak halifenin de imamlık görevi vardır. Fakat halife hastalandığı takdirde yerine birini görevlendirir, vilayetlerdeki valiler de merkezdeki halife gibi namaza imamlık yapardı.
·   Valinin bir diğer görevi de Müslümanların hac mevsiminde onların gidiş gelişlerinde zarar görmemeleri için muhafızlar görevlendirmesi idi.
Genel olarak bu görevlere sahip olan valiler tek tip değildi.
Emaret-i İstila: Bu valilik tipi adeta bağımsız bir hükümdarlık gibiydi. Kendi gayretiyle vali olur ve dönemin hükümdarına onun adına yönetmek için valilik talep eden en güçlü valilik türüdür. Halifenin kendisini tanımasını istemek bir prestijdir.
Emaret-i İstikfa (umumî valilik): Kifayetle, her türlü yetkiyle donanmış olarak belirli bir vilayetin ya da eyaletin görevini yapma işidir. Bir de Emaret-i Tenfiz yani hususi valilik vardı. Kendisine verilen bir görevi yaptıktan sonra valiliği biterdi. Hilafet merkezinde halife ne ise vilayette de vali o idi. Adeta valiler vilayette küçük halife idiler. Bu yüzden uzak bölgelerdeki valiler bu kadar geniş yetki ile bağımsızlıklarını ilan edebiliyorlardı. Örneğin; Tolunoğulları, Ihşidiler. Bu yüzden valilerin güvenilir kişiler olması gerekliydi.
Sahib-ül Berid: Posta işlerinden sorumludur. Vilayetlerde validen bağımsız hareket eder, doğrudan halife ile haberleşir, halifeyi vilayetteki her şeyden haberdar ederdi. Bu görevler karşılığında da valilerin belirli bir maaşı vardır. Bu maaşlar bölgeye, bölgenin önemine ve zamana göre değişebilirdi. Bölgelerin zenginliğine göre de maaş miktarı değişebiliyordu. Zamanla 9. yüzyıl ortalarından itibaren valilerin devlet statülerinin zayıfladığını, onların yerine ordu kumandanlarının yani, Emir-ül Ümeraların yerlerini aldıkları görülmektedir. Bu unvanı taşıyan kişiler askerî kişilerdir. Bu görev de kişinin zekâsına, şahsiyetine ve zenginliğine göre değişebilirdi.
 
 
 
VEZİRLİK
İslam devletine sonradan girmiş bir müessesedir. Vezirlerin görevlerini yapan yani halifeye yardım eden kişiler vardı. Fakat bunlar vezir ismini kullanmamışlardır. Abbasi devleti kurulduktan sonra, kuruluşta oynadıkları rol sebebi ile İranlıların İslam devletinde öne çıktıkları görülür. Bu İran unsurundan eski İran devlet teşkilatı müesseselerinin de İslam devlet teşkilatına intikal ettiği görülmektedir. Vezirlik müessesesinin ancak gerek peygamber döneminde gerekse Emevi döneminde bir yardımcı danışma meclisi olduğu bilinmektedir. Hilafet Abbasilere geçince vezirlik makamı da böylelikle ortaya çıkmıştır. Vezir, devlet başkanına (halifeye) yardımcı olan onun yükünü azaltan kişidir. Kimine göre de İslam devleti halifesinin yaptığı işlerde; günah işlemesin, eksik iş yapmasın diye onun suçuna, günahına ortak olan kişi demektir. Fakat ne anlam yüklenirse yüklensin vezirlik bir İslam müessesesi değildir.
İlk vezirlerin Abbasiler döneminde İranlılar olduğu bilinmektedir. Arapların ise rekabetten dolayı bu işten içten içe hoşlanmadıkları görülmektedir. Bu da Arap – Acem mücadelesine dönüşmüştür.
Vezirler, halifenin mührünü taşır, bu mührün kendisinden alınması vezirin görevine son verildiğini gösterirdi. Zamanla vezirler bu işe yetişemedikleri için mühürcü çalıştırılmıştır. Bu mühürlerin de valiliklerde olduğu gibi çeşitleri vardı. Bu müessese, makamı elinde bulunduran kişi ile ön plana çıkmıştır. Güçlü, zeki, dirayetli olan vezirler bazen padişahtan bile daha fazla etkin olabiliyorlardı. Bilhassa meşhur İran’daki Bermekîler ailesi Abbasi devletinin de çıkardığı vezirleri ile meşhurdur. Ama görevlerini kötüye kullanmalarından dolayı Harun Er Reşid bu ailenin görevlerine son vermiştir. Bundan sonra devlet tepki çekmiştir.
Vezir halifeden sonra gelen kişidir ve hükümdarın mührünü taşırdı. Vezir sivil idarenin de başkanıdır. Bilhassa inşa divanı ve istikfar divanının başıydı. Bu iki divanın işleyişinden vezir sorumluydu.
 
Teorik Olarak Görevler
1.Halife ve veliaht atamalarında sözü yoktur.
2.Vezir halife tarafından görevlendirilen kişileri görevden alamazdı. (örneğin kadılar) Sadece bazı görevlileri tayın ederdi.
3.Vezir, devlet idaresi ile ilgili hususlarda geniş yetkilere sahipti. Vezirlik makamı ikiye ayrılmıştı; Vezaret-i Tefriz, tüm geniş yetkilere sahip olan vezirdir. Vezaret-i Tenfiz ise bir tek görev için atanan vezir idi. Bu görev sonunda vezirliği de son bulurdu.
4.Vezirlerin nüfuzlarını kaybetmesi ile birlikte askerî kumandanlar öne çıkmıştı. Bunlara Emirü-l Ümera denirdi. Vezirlik görevleri arka plana düşmeye başlayınca, Emirü-l Ümeralık devlet teşkilatında parçalanmalara sebep olmuştu. Bu ünü sayesinde elde ettikleri nüfuz ile kendi devletlerini kurabiliyorlardı.
 
ASKERLİK
Bir devletin olmazsa olmaz müesseselerinden birisi de askerliktir. İslam devletinde de askerlik denilince kuruluşundan itibaren bu müessesenin ana hatlarının bilinmesi gerekmektedir. İlk İslam devleti hicret ile birlikte kurulmuştur. Medine İslam Devleti denilince Peygamberimizin tecessüm ettiği devlet akıllara gelmektedir. Peygamberimiz hicretten sonra birtakım askeri faaliyetlerde bulunmuştu. Fakat bu faaliyetler tam teşekküllü ordu demek değildi. İlk faaliyetleri Kureyş’i zayıflatmak için kervanlara vur-kaç taktiği uygulamaktı. Bu faaliyetlere çok küçük çapta da olsa askerî faaliyetler demek yanlış olmaz. Peygamberimizin katıldığı askerî faaliyetlere gazve, katılmadıklarına ise seriye denilirdi. Bu seferlere katılacak kişileri peygamberimiz bizzat kendisi seçerdi. Sağlıklı, mümkünse kendi kendisini silahlandıracak, genç insanları seçerdi. Devletin herhangi bir silah deposu ve yemek alanı olmadığı için askerler ihtiyaçlarını kendileri karşılarlardı. Savaştan sonra günlük hayat devam ederdi. Ayrıca bu işe gönüllü olarak da katılmak mümkündü ama Hz. Peygamber herkesi (halden düşmüş olanları) kabul etmezdi. Gönüllü harekete dayandığı için sefer sonunda bir maddiyat söz konusu değildi. Ancak savaş zaferle sonlanırsa ganimetten pay alınırdı. Ganimet helal idi. Ele geçen bütün ganimetler beşe bölünür, beşte biri peygambere verilirdi. Katılsa da katılmasa da o pay peygamberindi. Buna, pençik adı verilir. Geriye kalan 4/5 payda savaşa katılanlar arasında eşit olarak dağıtılırdı. Savaşa süvari olarak katılanlar iki hisse alırlardı. Ele geçen hayvanlar ve esirler de bu şekilde pay edilirdi. Esirler para karşılığında hürriyetlerine kavuşabilirlerdi.
İslam askerleri namaz kılar gibi saflar oluşturarak, aralık bırakmadan savaşırlardı. Zaten savaşmayı da bir ibadet olarak görmekteydiler. Arap usullerine göre savaş önce mübareze yöntemi ile başlardı. Kadınlar savaşta kullanılmazlardı. Fakat su taşımak, yaraları sarmak gibi yardımlarda bulunurlardı. Erkeklerine psikolojik destek de verirlerdi. Peygamber döneminde yapılan savaşların çapı sınırlı idi. Fakat Mute şehrinde yapılan savaş büyük bir felaket ile sonuçlandığı için ayrı bir öneme sahiptir. Bu dönemdeki en önemli savaş Bedir savaşı idi. Kardeşin kardeşe karşı yaptığı bir savaş olduğu için anlam bakımından önemi büyüktü.
Daha sonra Hudeybiye Antlaşması ile sonuçlanan hareket dikkati çekmektedir. Aslen hac ziyareti ile yola çıkan Müslümanlar, Mekkeliler tarafından hazırlıksız yakalanıp savaşmaya zorlandılar ise de peygamberimizin diplomatik hareketi ile savaş olmadan bu antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşma daha sonraki antlaşmalara da örnek olmuştur. Bir diğer hareket olan Mekke’nin fethi de önemli bir yere sahiptir. Mekke’nin fethi her açıdan zaferle sonuçlanmıştır.
Hz. Peygamber devri, İslam tarihi içerisinde ayrı bir yere sahiptir. Bu devire Asr-ı Saadet devri denir. Bu devri Hulefa-i Raşidin Devri takip eder.
Yapılan savaşlara rağmen bir askeri sistem yoktur. Gönüllülük esasına dayanmıştır. Daha sonra askerlik, meslek haline gelmiştir. Hz. Ömer dönemi de İslam devletinde, askerlik ve fetihler açısından önemli bir devirdir. Bu dönemde savaşlar gönüllülük ile olacak iş değildi. Çünkü düşmanlar büyük devletlerdi.
Ehlü-l Ridde: Hz. Ebubekir’in dönemi İslamiyetten dönenlerle mücadele ederek geçmiştir. Hz. Ömer dönemi ise büyük seferler ve savaşlar yapıldığı için devlet teşkilatının düzenine dikkat edilmeye başlanmış ve bu eksikliklerin giderilmeye başlandığı ilk dönemdir. Bu dönemde Divanü-l Cünd (ordu divanı) kurulmuştur. İlk büyük fetihler yine bu dönemde gerçekleşmiştir. (Suriye ve Mısır) Mısır’ın batısına pek uzanılmamış, doğuda İran ve Sasaniler ile savaşılmıştır. Sasani devleti hukuken olmasa da fiilen yıkılmıştır. Hz. Ömer’in ölümünden iki yıl sonra Sasani Devleti kesin olarak yıkılmıştır. Kafkas bölgesine de seferlerin düzenlendiği bilinmektedir. Çok ciddi devletlerle savaşıldığından dolayı devlet teşkilatı için fikirler ortaya atılmış idi. En iyi komutanlar seçilerek ülkeler fethedilmiş, Divanü-l Cünd’de askerlerin kütüğü şekli ile ailesinin kaydı yer alır. Yani askerlerin kişisel bilgileri bulunmaktadır. Verilen maaşları, elbiseleri, yiyecek – içecek kaydı da bu defterlere yazılırdı. Hz. Ömer askerlerin sadece askerlik mesleği ile geçinmesini sağlamıştır. Başka mesleklerle meşgul olunmasını yasaklamıştı. Verilen maaşlarla askerlerin ihtiyaçları giderilmiş, yiyecekleri de verilerek başka işlerle uğraşmaları engellenmiştir. Hatta askerlerin şehirlerde bile yaşamaları yasaklanmış, çöllerde, dağda, köylerde yaşasınlar ki; zorluklara dayansınlar düşüncesi benimsenmiştir.
Peygamber ailesine en yakın olan Haşimilere en yüksek maaş veriliyordu. Ayrıca yüksek maaş için kıdem de gerekiyordu. İlk inananlar; muhacirler, ensarlar ve Müslümanlığı sonradan kabul edenlere göre daha fazla alıyorlardı. Yakınlık ve kıdeme (Müslümanlığı kabul ettiği zamana) göre maaşları belirleniyordu.
Fethedilen bölgelerin elde tutulması için ele geçirilen yerlerde askerî şehirler kurulmuştur. Daha sonra buralara askerlerin eş ve çocukları gelince sivil bir şehir haline gelmiştir. Bu şehirler Müslümanlığın yayılmasında büyük roller oynamışlardır. Böylelikle hem İslamlaşma hem Araplaşma gerçekleşmiştir.
Emeviler devir ise İslam tarihinde yepyeni bir devirdir. İlk büyük fetihlerden sonra ikinci büyük fetihlerin yapıldığı dönemdir. Bu dönemde Afrika’nın Akdeniz bölgesinin, Septe boğazına kadar olan sahil şeridi fethedilmiştir. Burası ile yetinilmemiş İber Yarımadası da bu dönemde fethedilmiştir. Doğuda da İndus vadisine kadar inilmiş, Maveraünnehir kısmen fethedilmiştir. Bu fetihlerin sonucunda Arap askerlerinin arasına Mevali (köle) unsurlar da katılmıştır. Arap Müslümanların deyimi ile Arap olmayan Müslümanlardı ve kendilerini bunlardan üstün tutuyorlardı. Emeviler de, Hz. Ömer gibi büyük değişiklikler yapmışlardı. Özellikle Abdülmelik b. Mervan, Emevi devletinin kurumlarının düzenleyicisi olarak devletin gerçek kurucusu sayılır. Bu dönemde orduya da yeni bir düzenleme verildiği görülmektedir. Haccac b. Yusuf’da orduda gerekli düzenlemeler yapmıştır. Emevi devleti yıkılıp halifelik Abbasi devletine geçince İslam devletinde yeni şartlara uymak zorunluluğu gelmiştir. Bu devir artık dört halife dönemi gibi değildi. Çünkü bu dönemde büyük fetihler yapılmamıştır. Fakat Bizans’ta, Maveraünnehir’de, Türkistan’da, Ermeniye’de fetihler yapılmıştır. Bilhassa Harun Er Reşid’in oğlu döneminde Türklerin de orduda yer aldığı bilinmektedir. Bu dönemde Harezmliler, Usruşanalılar, Mağripliler, Sudanlılar gibi farklı etnik gruplardan oluşan bir askerî birlik görülmektedir. Yine Araplar, diğer etnik gruplara göre daha fazla maaş almaktaydı. Mutasım ise sadece askerî bir şehir olan Samarra şehrini kurmuştur. Bu suretle Bağdat şehri askerî saldırılara uğramamıştır. Samarra şehri de sadece askerî şehir olarak kalmamış, hizmetli ve ailelerin gelmesi ile yarı sivil yarı askerî bir şehir haline gelmiştir. Bir müddet sonra devlet askerî kumandanlar tarafından idare edilmiş ve İslam devletinde ilk kez Tevaif-i Mülûk diye bir ayrışım ortaya çıkmıştır. Askerî yönetim Endülüs Emevi devletinin yıkılışıyla ilk kez İspanya’da ortaya çıkmıştır. Fakat bunlar hukukî açıdan halifeye bağlanmıştı. Abbasi dönemindeki askerlere maaş yerine tımar/dirlik verilirdi. Bu tımarın ölçüsüne cerib adı verilirdi. Her askere belli ölçüde cerib verilirdi. Önceleri araziler de ganimet olarak görülüp dağıtılırdı, fakat Hz. Ömer bu işe son vermiştir. Bu uygulama da kazanılan toprak devlet malıdır denilerek ilk kez İslam devletinde uygulanmıştır. Daha sonraki zamanlarda bu durum ileri görüşlülük olarak nitelendirilmiştir. Tımar uygulamasıyla toprağın mülkü devletin, işleme hakkı haklın olmuştur. Tımar sadece halka değil maaş olarak askerlere de dağıtılırdı.
Rütbe: Her askerin belli bir rütbesi vardı. Her on kişiye bir komutan verilmişti. Buna arif (onbaşı) denirdi. Bazen sayı yediye kadar inebiliyordu. Arifler yedişer yedişer bölünerek bunların sayısı yüze ulaşmıştır. Emeviler döneminde de yeni düzenlemeler yapılmıştır. Abbasiler devrinde ise her elli kişiyi yönetene halife, her yüz askeri yönetene kaid adı verilmiştir. Kıyafetlerde rütbeleri gösteren işaretler de bulunmaktaydı. Süvari birliklerindeki atlara, diğer birliklerden ayırmak için damga vurulurdu. Bu askerler her zaman savaşa hazır bir şekilde beklerdi. Ne şekilde hazır olduklarını görmek için yılda bir kez Resm-i Geçit yapılmaktaydı. Bu merasimlerde askerlerin ihtiyaçlarının, malzemelerinin tam olup olmadığı kontrol edilirdi.
Silah: Silah olarak ok ve yay ilk sırayı almaktadır. İslam tarihinde ok ve yaya çok önem verilirdi. Bundan başka kılıç, kalkan, topuz, gürz, miğfer ve mızrak silah olarak kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber Ata binmede ve ok atmada usta olmaya gayret ediniz demiştir. Bu yüzden Müslümanlar ok ve yay kullanımında inanılmayacak kadar ustalardı. Ayrıca kuşatma için de kullanılan malzemeler vardı. Bunlar merdiven, koçbaşı, yürüyen kule ve mancınıklardı. Askerler kendi silahını kendileri temin ederlerdi. Daimi askerlerin kışlalarında eğitim görmeleri gerekiyordu. Teftiş esnasındaki durumlar da divana kaydedilirdi.
Taktik: Savaş esnasında uygulanan taktikler ise; saflar oluşturularak savaşılıyordu. Ancak Bizans ve İran ile büyük savaşlar yapılınca bu taktiklerde değişikliğe gidilirdi, beşli sistemde nizam alınırdı. Ortada kalp (merkez), meymene (sağ kanat), meysere (sol kanat), mukaddime (öncü birlikler), saka (artçı) birlikleri bulunurdu. Bu usule hamis denirdi. Fakat savaş meydanında, ortama göre çeşitli sistemler de uygulanabilirdi. Ama genellikle beşli sistem kullanılırdı. Türklerde de turan taktiği uygulanırdı. Bu taktik imha savaşlarında kullanılırdı. Savaşlarda askerî bandolar çalar, askerleri galeyana getirirdi.
Sancak–Bayrak: Her ordunun kendine has bayrağı veya sancağı vardı. Sancak en başta tutulurdu. Peygamberimizin de sancağı vardı. İslamiyetten önce de üzerinde bir karakuş resmi olan İsabe denilen bir bayrağı vardı. Emevilerin beyaz, Abbasilerin bayrağı ise siyahtı. İslamiyetten önceki Araplarda da bayrak kullanımı yaygındı. Her kabilenin kendine ait bir bayrağı vardı. Bayrakların savaşlardaki yeri de oldukça önemlidir. Halk savaşlarda ancak bayrakların gölgesi altında toplanır ve bayrakların devrilmesiyle kendileri de dağılırdı. Arapların bayrak veya sancakları akab (karaşuk) adıyla biliniyordu. Savaşa çıktıklarında sancak çıkarılırdı. İslam’ın doğuşuyla Araplar Şam, İran ve Mısır bölgelerine yayılıp devlet ve kabileleri çoğalınca, sancakları da çeşitlendi ve şekilleri de değişti.
Donanma: İslamiyetten önce Araplar deniz seferi yapmamışlardı. Ancak zamanla deniz aşırı seferlere ilgileri artmış; Muaviye, Hz. Ömer’den bir donanma kurmak için izin istemiştir. Hz. Ömer buna izin vermemiştir. Daha sonra Hz. Osman zamanında izin alabilen Muaviye gönüllülerden oluşan bir askerî kuvvetle gemilere binerek Kıbrıs seferine çıkmıştır. Kıbrıs’a yapılan bu sefer Müslüman denizciler tarafından Akdeniz’de yapılan ilk deniz seferi idi. İslam devletinin topraklarının genişlemesinde donanmaların büyük yardımı olmuştur. Bu donanmalar sayesinde Sardunya, Sicilya, Malta, Girit, Kıbrıs gibi adalar ele geçirilmiştir. Emeviler döneminde, donanmayla İstanbul’da fethedilmek istendiyse de başarılı olunamamıştır. İslam devletlerinin bu başarısı Avrupa devletlerinin hoşuna gitmemekteydi. Otorite zayıflayınca Avrupa devletleri birleşerek haçlı savaşları adıyla Müslümanlara saldırmaya başladılar. İslam dünyasında ilk tersane Emeviler döneminde Abdülmelik b. Mervan zamanında kurulmuştur. Daha sonra gerek Afrika kıyılarında gerekse Endülüs limanlarında donanma inşasına önem verildi. Bu tersanelerde her türlü gemi inşa edilebiliyordu.
Bölümler
 


Bu sayfayı nasıl buldunuz?
kötü
orta
iyi

(Sonucu göster)


 
Bugün 1 ziyaretçi (24 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol