TIMAR SİSTEMİ: Tımar sistemi büyük bir imparatorluk ordusunu Ortaçağ ekonomisine dayanarak ayakta tutabilme kaygısından doğmuş ev imparatorluğun eyalet yönetimiyle malî, toplumsal ve tarımsal politikalarına biçim vermiştir. Nitekim bu politikaların hemen hemen hepsi devletin askerî ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla geliştirilmişti. Para darlığı Orta Doğu devletlerinin temel sıkıntılarından biriydi. Altın ve gümüşün az olması karşısında devlet, özel-likle de beslediği büyük bir ordu için para bulmakta zorlanırdı. Aynı nedenlerden dolayı köylüler de en önemli vergi olan tahıl öşürünü nakit olarak ödeyemedikleri için aynî olarak öderlerdi. Fakat aynî ödenen vergiyi toplayıp paraya çevirme olanaklarından yoksun olan dev-let bu gelir kaynaklarını mültezimlere satardı. Böylece devlet gelir kaybeder ordunun maaşla-rını ödeyebilmek için gereken parayı toplayamazdı.Bu yüzden devletin tarım gelirlerini asker-lere tımar olarak tahsis etmesi bir gelenek haline gelmişti. Başlıca gelirleri askerlere maaş olarak bırakılan bu toprak birimleri “tımar” adını almıştır. Bu sistemde sipahi gelir kaynağı olan köylerde yaşar, aynî olarak ödenen ürün vergisi öşürü de kolayca toplayabilirdi. Böylece asker mültezimin yerini alır, öşürü de nakte çevirme sorumluluğunu üstlenirdi. Tımar sistemi daha ilk dönemlerden başlayarak Osmanlı rejiminin ayırıcı bir niteliği olmuştur.
İmparatorluğun klasik döneminde Osmanlı ordusunun büyük bir bölümünü eyaletlerdeki tımarlı sipahiler oluştururdu.Tımar sistemini kurmak ve sürekli bir merkezî denetim sağlamak için hükümet, eyaletlerdeki bütün gelir kaynaklarını ayrıntılı olarak saptamak ve bu kaynakla-rın tımar olarak dağılımını gösteren defterler düzenlemek zorundaydı. Bir bölgenin fethinin hemen ardından “tahrir” yapılır, o sancağın gelir kaynaklarını belirlemek üzere bir görevli gönderilirdi. Bu görevli köylerdeki bütün aile reislerinin, bekarların adlarını ve ellerindeki toprağın yaklaşık miktarını ayrıntılı biçimde mufassal deftere kaydederdi. Tahrir tamamlanın-ca devlet hazinesi, vezir ve beyler için ayrılan haslar çıkartır, geri kalanlar da sipahiler arasın-da tımar ve zeamet olarak dağıtılırdı. Mufassal defterin başına sancak sipahilerinin söz konusu gelirleri, hangi oran ve koşullara göre toplayacağını gösteren bir kanunname konurdu. Mufassal defterlerin yanısıra bir de gelirlerin has, zeamet ve tımar olarak dağılımını gösteren ikinci özel bir defter olan “icmal” defteri hazırlanırdı. Köylüler kanunnamelerdeki kurallara göre vergilerini öder, yeni bir tahrire kadar durumları değişmezdi. Bu sistemde genellikle tarım arazisi devlete aitti. Toprağı işleyen köylüler babadan oğula geçen kiracı konumunday-dılar. Tapu resmi denilen bir para ödeyerek tasarruf hakkı kazanırlardı. Köylünün toprak üzerindeki hakları yalnız babadan oğula geçer, köylü toprağı satamaz, hediye olarak bağışla-yamaz veya izinsiz olarak başkasına veremezdi. Tımar sistemi, devlet, sipahi ve köylünün toprak üzerinde eş zamanlı haklarının bulunduğu, parçalı bir iyelik türüydü. Tımarı elinde tutan sipahinin toprak üzerinde kanunlarla tespit edilmiş bazı denetim hakları vardı. Devletin toprak yasalarını uygular, boş toprakları sözleşmeyle ve peşin ödenen bir kira karşılığında talep eden köylünün tasarrufu altına verirdi. Köylü ise toprağı sürekli işlemeyi ve zorunlu vergileri ödemeyi üstlenirdi. Ekinlik, bostan ya da çayır olarak aldığı toprağın kullanımını değiştiremezdi. Toprağı bir neden olmaksızın üç yıl boyunca boş bırakırsa, sipahi toprağı başkasına verebilirdi.Tımar sınırları içindeki boş toprağa biri yerleşmişse sipahi ondan yalnız-ca yasal vergileri alırdı. Devlet, verimli toprak alanını artırmak için tımarına köylü yerleştire-rek ekilen toprağı artıran sipahiyi ödüllendirirdi. Çifti olan bir köylü sipahiye toprak ürünle-rinden sekizde bir alınan öşür vergisinin yanı sıra bir de yıllık 22 akçe çift resmi öderdi.
REAYA VE TIMAR: Devlet, sipahiye gelirini garantilemesi için reaya karşısında bir takım haklar tanımıştı. Sipahiye verilen tımar hem toprağı hem de üzerindeki köylüleri kapsardı. Ekilebilir toprak üzerinde çalışacak emekten daha bol olduğu için 15. yüzyılda reaya bütün tarımsal girişimlerin vazgeçilmez öğesiydi. Reayası kaçan sipahi gelirini kaybederdi. Bu nedenle de yasa reayanın yerleşim yerini bırakıp başka yere gitmesini yasaklamıştı. Devlet sipahiye başka yetkiler vererek onu, köydeki düzenden sorumlu kılmıştır. Sipahi kanunsuzluk eden birini tutuklayabilir ama para cezası alamazdı. Sipahi, tımarını oluşturan köyde oturur ve seferde askerî görevlerini yerine getirir ancak tarımsal üretimle kendisi uğraşmazdı. Sipahinin köyde yaşamasını sağlamak için Osmanlı kanunnameleri köylüye bir dizi ufak tefek hizmetler yüklemişti. Sipahiye ev yapmakla yükümlü olan köylüler ona ambar yapmak, öşürünü ambara ya da pazara taşımak zorundaydılar. Her sancağın kanunnamesi, köylünün vermesi gereken vergi ve hizmetleri tek tek saymıştır. Sipahi bunlara yenilerini ekleyemezdi. Devlet buna o kadar önem verirdi ki, gerçekte kanunnamelerin başlıca maddeleri sipahi ile reaya arasındaki ilişkileri düzenleyen maddelerden oluşmuştur. Kurallara aykırı hareket eden sipahi tımarını yitirebilirdi. 15. yüzyıl gibi erken bir dönemde reayanın durumu ile ilgili sultan fermanları sipahilerle beylerin ayrıcalıklarını kötüye kullandıklarını gösterir. Sultana köylüler, yasadışı ve aşırı para cezalarından yakınmış ve şikayette bulunan dilekçeler göndermişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu reayasının büyük çoğunluğu tımar ve has topraklarına bağlı çiftçiler olmakla birlikte köylü sınıfı içinde farklılıklar da vardır. Osmanlı hukuku köylüleri bir ya da yarım çifti olanlar diye ayırmış az topraklıları evlilik durumlarına göre sınırlandırmış reaya vergilerini de bunlara göre koymuştur. Tımar sisteminin esas amaçlarından biri kamu düzenini ve toprağın işlenmesini sağlamaktı. Köylere kadar uzanan güvenlik sistemi reayanın eşkiyalara karşı korunmasına ve suçluların izlenip cezalandırılmasına olanak sağlıyordu.
TIMARLI SİPAHİ ORDUSU: Tımar sistemi herşeyden önce merkezden denetlenen büyük bir sipahi gücü besleyerek sultanın ordusuna asker sağlamak için tasarlanmıştır. Tımarlı sipahi köyde kendi atına kendi bakar, silahlarını yay, kılıç, kalkan, mızrak ve gürz oluştururdu. Sipa-hiler her üç bin akçelik tımar geliri için bir “cebelü” yani tam donanımlı bir atlı asker sağla-mak zorundaydı. Sipahilerin maiyetleri ne kadar büyük olursa saygınlıkları da o kadar büyük olurdu. Sultan, beylerbeyine sefer fermanı gönderdiğinde sipahiler, subaşıların kumandasında sancak beyinin sancağı altında toplanırdı. Sancak beyi de beylerbeyinin bayrağı altında topla-nır, sonra her beyler beyi emredilen zamanda ve yerde sultanın ordusuba katılırdı. Tımarlılar, hafif süvari birlikleriydi. Savaş düzeninde ordunun iki kanadında yer alır düşmanı hızla çevir-melerini sağlayacak bir yarım ay oluştururlardı. Tımarlar komutanın dilekçesi üzerine temin edilirdi. Sultanın buyruğu olmadan bir tımarlının tımarı geri alınamazdı. Tımara hak kazanan kişi ancak askerî sınıftan olabilirdi. Reayaya tımar vermek mutlak olarak yasaktı. Babası askerî sınıftan olanlar ya da sultan veya bey kulu olanlar askerî konum kazanırlardı. Ölen sipahilerin oğullarına miktarı babalarının tımarlarının değerine göre belirlenen başla bir tımar verilirdi. Oğullar yedi yıllık bir süreyle askerî görev yapmazlarsa sipahi konumlarını yitirir, reaya kaydedilerek vergiye tabi olurdu.
YÖNETİM VE TIMAR SİSTEMİ: Bir yönetim kurumu olarak tımar sistemi beyler beyin-den sipahiye kadar sultanın eyaletlerdeki yürütme gücünü temsil ederdi. Eyalet yönetiminin başında sultanın eyaletteki temsilcisi olan beylerbeyi bulunuyordu. Beylerbeyi sipahilerle ilgi-li davaları dinleyip hakemlik eder sultanın fermanlarını uygulardı. Başlangıçtan beri sancak imparatorluğun temel yönetim birimiydi. Birkaç sancak bir eyalet oluştururdu. Subaşılık diye bilinen birkaç küçükçe birim bir arada bir sancak oluştururdu. Kendileri kasabada oturan subaşılar bölgelerindeki köylerde oturan sipahilerin komutanlarıydı.Bu bölgede aynı zamanda sefer için “çeribaşı” adlı bir görevli bulunurdu. Beylerbeyinin has toprakları tüm sancaklara, sancak beyininkiler de tüm subaşılıklara dağılmış olurdu. Eyaletler kadıların idarî ve kazaî bölgeleri olan kadılıklara göre ikinci bir taksime konu olmuştur. Kadının kendisi kasabada oturur, bölgedeki çeşitli topluluklara naiblerini gönderir ve nahiye mahkemeleri açardı. Kadı öncelikle şeriat ve kanunu uygulayan bir yargı hakemiydi ama aynı zamanda sultanın idarî ve malî emirlerinin yerine getirilmesini gözetmekle de görevliydi. Osmanlı yönetiminin omurga-sını oluşturan kadılar 15. yüzyılda yükselerek sancak beyi ve beylerbeyi olabilmişlerdi. Eyalet yönetiminin üçüncü direği hazine defterdarıydı. O da tıpkı merkezî hükümetteki benzeri gibi hazinenin çıkarlarını temsil ederdi. Kadı gibi, o da bağımsızdı. Doğrudan doğruya başkent ile haberleşebilir, beyleri ve öteki yöneticileri şikayet edebilirdi.
EYALET YÖNETİMİ (TAŞRA TEŞKİLATI) : Osmanlı sultanları bir bölgeyi yönetmek için ilk dönemlerden itibaren hep iki yetkili atamışlardır. Askerî sınıf kökenli ve sultanın yürütme yetkisini temsil eden bey, ulema kökenli ve sultanın yasal yetkisini temsil eden kadı. Bey, kadının hükmü olmadan hiçbir ceza veremez, kadı da hiçbir kararını kendisi icara edemezdi. Kadı, kararında yeni şeriat ve kanunu uygulamada beyden bağımsızdı. Emirlerini doğrudan doruya sultandan alır, sultana doğrudan dilekçe verebilirdi. Henüz bir uç beyliği olduğu zamanlarda Osmanlı ülkesi bir hünkar sancağıyla beyin oğullarının yönetimine bırak-tığı sancaklara bölünmüştü.1361’den sonra Osmanlı topraklarının Balkanlarda hızla gelişmesi üzerine denetimi elde tutabilmek için bütün sancak beylerinin başına bir beylerbeyi atamak gerekmişti.I.Murat 1362’de tahta çıkmak üzere Bursa’ya hareket ettiği zaman güvendiği lalası Şahin’i bu göreve atayarak ilk beylerbeyliğini Rumeli’de kurmuştur. I.Murat daha sonra oğlu Bayezid’i doğuda Anadolu’da yeni fethedilmiş bölgenin valisi olarak Kütahya’ya yerleştirdi. Bayezid 1393’te Rumeli’ye geçtiğinde başkenti Kütahya olan ve bütün batı Anadolu’yu kap-sayan bir Anadolu beylerbeyliğini kurma gereğini duymuştu. Osmanlı şehzadesinin oturduğu Amasya başkent olmak üzere üçüncü bir beylerbeyilik oluşturdu. Bunlar 15. yüzyılın ortasına kadar Osmanlı imparatorluğunun üç beylerbeyliği olarak kalmış ve imparatorluğun her zaman omurgasını oluşturmuştur. 15. ve 16. yüzyıllarda ise hükümet yeni fethedilen yerleri sancak beylerinin doğrudan yönetimine vermiş, bunların başına da bir beylerbeyi atamıştır.Böylelikle yeni beylerbeyilikler ortaya çıkmıştır.Devlet tımar sistemini ancak sancak sistemiyle Osmanlı yasa ve yönetiminin yeterince yerleştiği bölgelerde uygulayabilirdi. Tımar sistemi; Mısır, Bağdat, Habeşistan, Basra ve El-Hasa eyaletlerinde uygulanmıştır. Dolayısıyla bunların bir derece özellikleri tanınmıştır. Sultan bu eyaletlerin her birine kalabalık bir yeniçeri garnizonu yerleştirir, birer vali, defterdar ve kadı atardı.Eyalet gelirleri sipahilere tımar olarak dağıtılmaz vali bütün askerî ve idarî giderleri karşıladıktan sonra başkete her yıl; “salyane” denen sabit bir miktar vergi gönderirdi. Bu eyaletlere salyane eyaletleri denmiştir. İmparatorlukta böylece doğrudan doğruya Osmanlı yönetiminde olanlardan ayrı birçok özerk yönetim birimi vardı.
OSMANLI TOPLUM YAPISI: Osmanlı toplum yapısı yönetenler ve yönetilenler olmak üzere iki ayrı sınıftan oluşmaktadır.En genel anlamıyla yönetenler askerî sınıf, yönetilenler ise reaya adını almıştır.
Yönetenler (Askerî Sınıf) : Askerî sınıf bütün kamu hizmetlerini padişah adına yerine getiren çeşitli imtiyazlara sahip, toplumda statü ve iktisadî imkan açısından oldukça iyi durumda bulunan görevlilerden oluşan imtiyazlı sınıf olarak tanımlanabilir. Yöneten sınıfa askerî adının verilmesinde etkili faktör yöneticilerin tamamen askerlik mesleğine mensup olmaları değildir. Bu adın kullanılmasının sebebi muhtemelen fetih ve gaza ülküsü üzerinde yükselen ve idare aygıtının en önemli işlevinin bu fetih ve gazaları organize etmek olduğu Osmanlı Devleti’nin ilk örgütlenme yıllarında siyasî, idarî yapıda görevli olanlara askerî denmiş olmasıdır. Yönetici sınıf içinde yer almak için herhangi bir devlet hizmetine atanmak ve padişahtan berat almak gerekmektedir. Ordu mensupları dinî bürokraside görevli olanlar kalemiye de görevli katipler ve kamu yönetiminin değişik örgüt ve kademelerinde bulunanlar askerî olarak gösterilmektedir. Osmanlı askerî sınıfı icraî askerîler ve bu ayırımın dışında kalan ulemalar olmak üzere ikiye ayrılır.
İCRAÎ ASKERÎLER: Padişahın kullarından, yani Devşirme-Kul Bürokrasisine mensup aristokratlardan ve alt düzey idarecilerinden oluşuyordu. İcraî askerler de kendi içinde seyfiye ve kalemiye olmak üzere iki kategoriye ayrılmaktaydı. İcraî askerîler yönetim sınıfına dahil olmalarına rağmen padişahın iktidarı karşısında güvenli bir durumda değillerdi. Zira mal ve can güvenlikleri bulunmamakla beraber siyaseten katl ve müsadere kurumları bizzat bu grup için geliştirilip uygulanmıştır.Özetle Osmanlı yönetim sınıfında en güvensiz kurumda bulunan grup icraî askerîlerdir. Zira icraî askerîlere müsadere uygulanmıştır. Ayrıca bu sınıfı gelir durumlarına göre de gruplandırmak mümkündür. Bu gruplardan ilkine ücretliler ya da maaşlı-lar adı verilmiştir. İkinci grup ise gerçek anlamda yaptıkları askerlik hizmetleri karşısında devletten yıllık olarak bir köyün gelirini kendi adına toplama yetkisi olanlardır.
ULEMA: Yönetici sınıfın içinde bulunan bu sınıf en genel anlamıyla yüksek din bilginle-rinden oluşan sınıf olarak nitelendirilebilir. Ulema kültürel ve dinî sistemi temsil eder. Bu grubun üç görevi vardır.Bunlar:kaza(yargı), tedris(eğitim,öğretim) ve dinî ibadetlerin yönetim ve bilgi danışmanlığıdır. Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışından yıkılışına kadar devam eden süreçte ulema; kadılık, müderrislik, imamlık gibi görevleri yapan ve aynı zamanda siyasî, sosyal, askerî olaylarda da etkili olan devletin en önde gelenleri arasında yer alan sınıftır. Diğer askerîler gibi vergi vermeme ayrıcalığından yararlanırlardı. Siyaseten katl konusunda da imtiyazlı bir kurumda bulunurlardı. Müsadere kurumu da ulema için uygulanmazdı.
YÖNETİLENLER (REAYA): Osmanlı toplumunun en önemli kesimi reaya yani yönetilen-lerdir. Ekonomik hayatın belirgin niteliğinin tarım ve ziraat olduğu Osmanlı Devleti’nde üretim faaliyetlerini elinde tutan sınıf reayadır. Ticaret zanaat ya da tarımla uğraşan üretici halk himayesinde yaşadığı devlete yani askerî sınıfa vergi öderlerdi. Her türlü üretimi gerçek-leştirmek devlete vergi ve resm gibi rant aktarımında bulunmak devletin savaş ve her türlü faaliyetlerini finanse etmek reayanın temel işleviydi. Askerî sınıfın imtiyazlarına sahip olma-yan reaya hükümdara verilen tanrı emaneti gibi kabul edilmiştir. Siyasten katl ve müsadere kurumları özel durumlarda ve belli ölçüler dahilinde işlemekteydi. Reayayı iki şekilde sınıf-landırmak mümkündür. * yerleşim yeri ve iktisadî açıdan * dinî açıdan.
1-) Yerleşim Yeri ve İktisadî Açıdan Reaya:
Şehirler: Bu gruba zanaatle uğraşanlar, lonca esnafı, ticaretle hayatını kazanan tüccar ve sarraflar girer. Bu grup verdiği vergilerle devlet ekonomisine katkıda bulunmuştur.
Köylüler: Şehir halkından ayrı olarak diğer bir üretici sınıfta köylüler, yani çiftçilerdir. İmparatorluğun ekonomik yapısı ziraate dayandığından bu işle meşgul köylülerin devlet açı-sından ne kadar önemli olduğu aşikardır. Köylünün hukuklsal statüsünü belirleyen en belirgin kural da onun çiftini çubuğunu bırakamayışı, istediği yerde istediği işle uğraşamamasıdır. Devlete ait topraklar üzerinde kiracı olarak yaşayan köylüler özel vergilerle yükümlüdür.
Konar-göçerler: Reayadan sayılan fakat hayat tarzları bakımından şehirli ve köylülerden ayrılan konar-göçerler yerleşik halkın verdiği vergiyi vermezler, kendilerine mahsus bir nizam içinde telakki olurlardı.
2-) Dinî Açıdan Reaya: Din3i açıdan reaya müslim ve gayri müslim olmak üzere ikiye ayrılır. Müslim reaya Osmanlı toplumunda vakıf, mirî ve mülk araziler üzerinde oturan tarım ve ziraatle meşgul olan müslümanları içeren toplumsal kategoriyi ifade etmekteydi. Müslim reayanın yönetim ile olan ilişkileri şer-i ve örf-i yasalara göre düzenlenmişti. Osmanlı toplu-munda müslüman olmayan yönetilenlerin toplandığı grup gayri müslim reaya idi. Hristiyanlar bu grubun en önemli kitlesini oluşturuyorlardı. Ayrıca toplumsal değişme ile birlikte Osmanlı toplum yapısında ortaya çıkan ve yönetilenler sınıfında yer alan yeni bir grup ile karşılaşılır ki bu da ayandır. Ayan diye adlandırılan halk kesimi taşra halkının tabî lideri durumundaki etkin ve güçlü şahsiyetlerin oluşturduğu bir toplumsal kitle idi.
HALİL İNALCIK
REAYA: Osmanlı düzeninde nüfus başlıca iki gruba ayrılıyordu. Savaşçı ve yönetici sınıfı meydana getiren askerîler sultanın temsilcisi olarak şu veya bu kamu görevini yerine getirdik-lerinden resmen her türlü vergiden muaftılar. Topluca reaya diye adlandırılan ikinci gruptaki tüccar, zanaatkar ve köylüler ise üretken faaliyetlerde bulunuyor, dolayısıyla vergi ödemek ile yükümlü oluyordu.Özel statüleri muaf ve müsellem deyimiyle dile getirilen ve bazı durumlar-da avarız vergilerden muaf olan bir grupta askerîlerin altında reayanın üstünde yer alan bir çeşit ara sınıfı oluşturuyordu.Her üç grup, yani askerîler, reaya ve muaf ve müsellemler belirli aralıklarla imparatorluk çapında gerçekleştirilen tahrirler temelinde özel defterlere kaydedil-mekteydi. Öte yandan bu guplar arasında belirli bir dikey hareketliliğin de varlığı Osmanlı düzenini bir kast sisteminin katı sınıflaşmasına göre daha esnek kılıyordu. Nitekim gerek hris-tiyan gerekse müslüman reayanın askerî sınıfa katılması için meşru sayılan bazı yol ve yöntemler vardı.Her yıl hristiyan ailelerin çocuklarının bir bölümünün toplanması demek olan devşirme usulü hristiyanların askerî sınıfa katılmaları için böyle bir yoldu. Müslüman reaya açısından ise gönüllü olarak uçlarda görev yaparken olağanüstü bir yiğitlik örneği verdikleri takdirde sultanın özel beratıyla askerî sınıfa alınmaları daima mümkündü. Bununla beraber esas olan devletin ve toplumun dengesinin korunması açısından her bireyin kendi statü grubu içinde tutulmasıydı. |