Osmanlı Teşkilatlanmasından Bir Kesit
        TIMAR SİSTEMİ: Tımar sistemi büyük bir imparatorluk ordusunu Ortaçağ ekonomisine dayanarak  ayakta  tutabilme  kaygısından doğmuş ev imparatorluğun eyalet yönetimiyle malî, toplumsal ve  tarımsal  politikalarına  biçim  vermiştir. Nitekim bu politikaların hemen hemen hepsi  devletin  askerî  ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla geliştirilmişti. Para darlığı Orta Doğu devletlerinin temel sıkıntılarından biriydi. Altın ve gümüşün az olması karşısında devlet, özel-likle  de  beslediği  büyük  bir  ordu  için  para  bulmakta  zorlanırdı.  Aynı nedenlerden dolayı köylüler de en önemli vergi olan tahıl öşürünü nakit  olarak  ödeyemedikleri  için  aynî  olarak öderlerdi. Fakat aynî ödenen vergiyi toplayıp paraya çevirme olanaklarından yoksun olan dev-let  bu gelir kaynaklarını mültezimlere satardı. Böylece devlet gelir kaybeder ordunun maaşla-rını ödeyebilmek için gereken parayı toplayamazdı.Bu yüzden devletin tarım gelirlerini asker-lere tımar olarak tahsis etmesi bir  gelenek  haline  gelmişti.  Başlıca  gelirleri  askerlere  maaş olarak  bırakılan  bu  toprak  birimleri “tımar” adını almıştır. Bu sistemde sipahi gelir kaynağı olan köylerde yaşar, aynî olarak ödenen  ürün vergisi öşürü de kolayca toplayabilirdi. Böylece asker mültezimin yerini alır, öşürü  de  nakte çevirme sorumluluğunu üstlenirdi. Tımar sistemi daha ilk dönemlerden başlayarak Osmanlı rejiminin ayırıcı bir niteliği olmuştur.
İmparatorluğun  klasik  döneminde  Osmanlı  ordusunun  büyük  bir  bölümünü   eyaletlerdeki tımarlı sipahiler oluştururdu.Tımar sistemini kurmak ve sürekli bir merkezî denetim sağlamak için hükümet, eyaletlerdeki bütün gelir kaynaklarını ayrıntılı olarak saptamak ve bu kaynakla-rın  tımar  olarak  dağılımını  gösteren defterler düzenlemek zorundaydı. Bir bölgenin fethinin hemen ardından “tahrir” yapılır, o  sancağın  gelir  kaynaklarını  belirlemek  üzere  bir  görevli gönderilirdi.  Bu  görevli  köylerdeki  bütün  aile  reislerinin, bekarların adlarını ve ellerindeki toprağın  yaklaşık miktarını ayrıntılı biçimde mufassal deftere kaydederdi. Tahrir tamamlanın-ca devlet hazinesi, vezir  ve beyler için ayrılan haslar çıkartır, geri kalanlar da sipahiler arasın-da tımar ve zeamet olarak dağıtılırdı. Mufassal defterin başına sancak sipahilerinin söz konusu gelirleri,  hangi  oran  ve  koşullara  göre  toplayacağını gösteren   bir   kanunname   konurdu.       Mufassal defterlerin yanısıra bir de gelirlerin has, zeamet  ve  tımar olarak dağılımını gösteren ikinci  özel  bir defter olan “icmal” defteri hazırlanırdı. Köylüler  kanunnamelerdeki  kurallara göre  vergilerini  öder,  yeni  bir  tahrire  kadar  durumları  değişmezdi. Bu sistemde genellikle tarım  arazisi  devlete aitti. Toprağı işleyen köylüler babadan oğula geçen kiracı konumunday-dılar.  Tapu  resmi  denilen  bir  para  ödeyerek  tasarruf  hakkı  kazanırlardı. Köylünün toprak üzerindeki  hakları  yalnız babadan oğula geçer, köylü toprağı satamaz, hediye olarak bağışla-yamaz  veya  izinsiz  olarak başkasına veremezdi. Tımar sistemi,  devlet,  sipahi  ve  köylünün toprak üzerinde eş  zamanlı  haklarının  bulunduğu,  parçalı  bir  iyelik  türüydü. Tımarı elinde tutan sipahinin toprak  üzerinde  kanunlarla tespit edilmiş bazı denetim hakları vardı. Devletin toprak  yasalarını  uygular,  boş  toprakları  sözleşmeyle ve peşin ödenen bir  kira  karşılığında talep  eden  köylünün  tasarrufu  altına  verirdi. Köylü ise toprağı sürekli işlemeyi  ve  zorunlu vergileri  ödemeyi  üstlenirdi. Ekinlik, bostan ya da  çayır  olarak  aldığı  toprağın  kullanımını değiştiremezdi.  Toprağı  bir  neden  olmaksızın  üç  yıl  boyunca  boş bırakırsa, sipahi toprağı başkasına verebilirdi.Tımar sınırları içindeki boş toprağa biri yerleşmişse sipahi ondan yalnız-ca  yasal vergileri alırdı. Devlet, verimli toprak alanını artırmak için tımarına köylü yerleştire-rek  ekilen  toprağı  artıran  sipahiyi ödüllendirirdi. Çifti olan bir köylü sipahiye toprak ürünle-rinden sekizde bir alınan öşür vergisinin yanı sıra bir de yıllık 22 akçe çift resmi öderdi.
 
            REAYA VE TIMAR:  Devlet, sipahiye gelirini garantilemesi için reaya karşısında bir takım  haklar  tanımıştı.  Sipahiye  verilen  tımar  hem  toprağı  hem  de  üzerindeki   köylüleri kapsardı. Ekilebilir toprak üzerinde çalışacak emekten daha bol olduğu için 15. yüzyılda reaya bütün tarımsal girişimlerin vazgeçilmez öğesiydi.  Reayası  kaçan  sipahi  gelirini  kaybederdi. Bu nedenle de yasa reayanın yerleşim yerini bırakıp başka yere gitmesini yasaklamıştı. Devlet sipahiye  başka yetkiler vererek onu, köydeki düzenden sorumlu kılmıştır. Sipahi kanunsuzluk eden birini tutuklayabilir ama para cezası alamazdı. Sipahi, tımarını oluşturan köyde oturur ve seferde askerî görevlerini yerine getirir ancak tarımsal üretimle kendisi uğraşmazdı. Sipahinin köyde yaşamasını sağlamak için Osmanlı kanunnameleri köylüye bir dizi ufak tefek hizmetler yüklemişti. Sipahiye ev yapmakla yükümlü olan köylüler ona ambar yapmak, öşürünü ambara ya da pazara taşımak zorundaydılar. Her sancağın kanunnamesi, köylünün vermesi gereken vergi ve hizmetleri tek tek saymıştır. Sipahi bunlara yenilerini ekleyemezdi. Devlet buna o kadar önem verirdi ki, gerçekte kanunnamelerin başlıca maddeleri sipahi ile reaya arasındaki ilişkileri  düzenleyen maddelerden oluşmuştur. Kurallara aykırı hareket eden sipahi tımarını yitirebilirdi.  15. yüzyıl gibi erken bir dönemde reayanın durumu ile ilgili sultan fermanları sipahilerle beylerin ayrıcalıklarını kötüye kullandıklarını gösterir. Sultana köylüler, yasadışı ve aşırı para cezalarından yakınmış ve şikayette bulunan dilekçeler göndermişlerdir.
            Osmanlı  İmparatorluğu  reayasının  büyük  çoğunluğu  tımar ve has topraklarına bağlı çiftçiler  olmakla birlikte köylü sınıfı içinde farklılıklar da vardır.  Osmanlı  hukuku  köylüleri bir ya da yarım çifti olanlar diye ayırmış az topraklıları evlilik durumlarına göre sınırlandırmış reaya vergilerini de bunlara göre koymuştur.  Tımar  sisteminin  esas  amaçlarından  biri kamu düzenini ve toprağın işlenmesini sağlamaktı. Köylere kadar uzanan güvenlik sistemi  reayanın eşkiyalara karşı korunmasına ve suçluların izlenip cezalandırılmasına olanak sağlıyordu.
 
     TIMARLI SİPAHİ ORDUSU: Tımar sistemi herşeyden önce merkezden denetlenen büyük bir sipahi gücü besleyerek sultanın ordusuna asker sağlamak için tasarlanmıştır. Tımarlı sipahi köyde kendi atına kendi bakar, silahlarını yay, kılıç, kalkan, mızrak ve gürz oluştururdu. Sipa-hiler  her  üç  bin  akçelik tımar geliri için bir “cebelü” yani tam donanımlı bir atlı asker sağla-mak zorundaydı.  Sipahilerin  maiyetleri ne kadar büyük olursa saygınlıkları da o kadar büyük olurdu. Sultan, beylerbeyine  sefer fermanı gönderdiğinde sipahiler, subaşıların kumandasında sancak  beyinin sancağı altında toplanırdı. Sancak beyi de beylerbeyinin bayrağı altında topla-nır, sonra  her  beyler beyi emredilen zamanda ve yerde sultanın ordusuba katılırdı. Tımarlılar, hafif süvari birlikleriydi. Savaş düzeninde ordunun iki kanadında yer alır düşmanı hızla çevir-melerini  sağlayacak  bir  yarım ay oluştururlardı. Tımarlar komutanın dilekçesi üzerine temin edilirdi. Sultanın buyruğu olmadan bir tımarlının tımarı geri alınamazdı. Tımara hak kazanan kişi  ancak  askerî  sınıftan  olabilirdi.  Reayaya  tımar  vermek  mutlak  olarak yasaktı. Babası askerî sınıftan olanlar ya da sultan  veya  bey  kulu  olanlar  askerî  konum  kazanırlardı.  Ölen sipahilerin oğullarına miktarı  babalarının tımarlarının değerine göre belirlenen başla bir tımar verilirdi. Oğullar yedi yıllık bir süreyle  askerî  görev  yapmazlarsa  sipahi konumlarını yitirir, reaya kaydedilerek vergiye tabi olurdu.
 
    YÖNETİM VE TIMAR SİSTEMİ:   Bir yönetim kurumu olarak tımar sistemi beyler beyin-den sipahiye kadar sultanın eyaletlerdeki yürütme gücünü temsil ederdi. Eyalet yönetiminin başında sultanın eyaletteki temsilcisi olan beylerbeyi bulunuyordu. Beylerbeyi sipahilerle ilgi-li davaları dinleyip hakemlik eder sultanın fermanlarını uygulardı. Başlangıçtan beri sancak imparatorluğun temel yönetim birimiydi. Birkaç sancak bir eyalet oluştururdu. Subaşılık diye bilinen birkaç küçükçe birim bir arada bir sancak oluştururdu. Kendileri kasabada oturan subaşılar bölgelerindeki köylerde oturan sipahilerin komutanlarıydı.Bu bölgede aynı zamanda sefer için “çeribaşı” adlı bir görevli bulunurdu. Beylerbeyinin has toprakları tüm sancaklara, sancak  beyininkiler  de  tüm  subaşılıklara  dağılmış olurdu. Eyaletler kadıların idarî ve kazaî bölgeleri olan kadılıklara göre ikinci bir taksime konu olmuştur. Kadının kendisi kasabada oturur, bölgedeki çeşitli topluluklara naiblerini gönderir ve nahiye mahkemeleri açardı. Kadı öncelikle şeriat ve kanunu uygulayan bir yargı hakemiydi ama aynı zamanda sultanın idarî ve malî emirlerinin yerine getirilmesini gözetmekle de görevliydi. Osmanlı yönetiminin omurga-sını oluşturan kadılar 15. yüzyılda yükselerek sancak beyi ve beylerbeyi olabilmişlerdi. Eyalet yönetiminin üçüncü direği hazine defterdarıydı. O da tıpkı merkezî hükümetteki benzeri gibi hazinenin  çıkarlarını temsil ederdi. Kadı gibi, o da bağımsızdı. Doğrudan doğruya başkent ile haberleşebilir, beyleri ve öteki yöneticileri şikayet edebilirdi.
 
     EYALET YÖNETİMİ (TAŞRA TEŞKİLATI) :    Osmanlı sultanları bir bölgeyi yönetmek için ilk dönemlerden itibaren  hep  iki  yetkili  atamışlardır.  Askerî  sınıf  kökenli  ve  sultanın yürütme yetkisini  temsil eden bey, ulema kökenli ve sultanın yasal yetkisini temsil eden kadı. Bey,  kadının  hükmü  olmadan  hiçbir  ceza  veremez,  kadı  da  hiçbir  kararını  kendisi  icara edemezdi. Kadı, kararında yeni şeriat ve kanunu uygulamada  beyden  bağımsızdı.  Emirlerini doğrudan doruya sultandan alır, sultana doğrudan  dilekçe  verebilirdi.  Henüz  bir  uç  beyliği olduğu  zamanlarda  Osmanlı ülkesi bir hünkar sancağıyla beyin oğullarının yönetimine bırak-tığı sancaklara bölünmüştü.1361’den sonra Osmanlı topraklarının Balkanlarda hızla gelişmesi üzerine  denetimi  elde  tutabilmek  için  bütün sancak beylerinin başına bir beylerbeyi atamak gerekmişti.I.Murat 1362’de tahta çıkmak üzere Bursa’ya hareket ettiği zaman güvendiği lalası Şahin’i  bu  göreve atayarak ilk beylerbeyliğini Rumeli’de kurmuştur. I.Murat daha sonra oğlu Bayezid’i  doğuda  Anadolu’da yeni fethedilmiş bölgenin valisi olarak Kütahya’ya yerleştirdi. Bayezid  1393’te  Rumeli’ye geçtiğinde başkenti Kütahya olan ve bütün batı Anadolu’yu kap-sayan bir  Anadolu  beylerbeyliğini kurma gereğini duymuştu. Osmanlı şehzadesinin oturduğu Amasya  başkent olmak üzere üçüncü bir beylerbeyilik oluşturdu. Bunlar 15. yüzyılın ortasına kadar Osmanlı imparatorluğunun üç beylerbeyliği olarak kalmış ve imparatorluğun her zaman omurgasını  oluşturmuştur.  15.  ve  16. yüzyıllarda ise hükümet yeni fethedilen yerleri sancak beylerinin doğrudan yönetimine vermiş, bunların başına da bir beylerbeyi atamıştır.Böylelikle yeni  beylerbeyilikler ortaya çıkmıştır.Devlet tımar sistemini ancak sancak sistemiyle Osmanlı yasa  ve  yönetiminin  yeterince  yerleştiği  bölgelerde  uygulayabilirdi. Tımar sistemi; Mısır, Bağdat,  Habeşistan,  Basra  ve  El-Hasa  eyaletlerinde uygulanmıştır. Dolayısıyla bunların bir derece özellikleri tanınmıştır. Sultan bu  eyaletlerin her birine kalabalık bir yeniçeri garnizonu yerleştirir, birer vali, defterdar ve kadı atardı.Eyalet gelirleri sipahilere tımar olarak dağıtılmaz vali bütün askerî ve idarî giderleri karşıladıktan sonra başkete her  yıl;  “salyane”  denen  sabit bir miktar vergi gönderirdi. Bu eyaletlere salyane eyaletleri  denmiştir. İmparatorlukta böylece doğrudan  doğruya Osmanlı yönetiminde olanlardan ayrı birçok  özerk  yönetim  birimi  vardı.
 
       OSMANLI TOPLUM YAPISI:   Osmanlı toplum yapısı yönetenler ve yönetilenler olmak üzere iki ayrı sınıftan oluşmaktadır.En genel anlamıyla yönetenler askerî sınıf, yönetilenler ise reaya adını almıştır.
 
       Yönetenler (Askerî Sınıf) :    Askerî  sınıf  bütün kamu hizmetlerini padişah adına yerine getiren  çeşitli  imtiyazlara  sahip,  toplumda  statü  ve  iktisadî  imkan  açısından  oldukça  iyi durumda bulunan görevlilerden oluşan  imtiyazlı  sınıf  olarak  tanımlanabilir.  Yöneten  sınıfa askerî  adının  verilmesinde  etkili faktör  yöneticilerin  tamamen  askerlik  mesleğine  mensup olmaları değildir. Bu adın kullanılmasının  sebebi  muhtemelen  fetih  ve gaza ülküsü üzerinde yükselen  ve  idare  aygıtının  en önemli işlevinin bu fetih ve gazaları organize  etmek  olduğu Osmanlı  Devleti’nin  ilk  örgütlenme  yıllarında siyasî,  idarî  yapıda  görevli  olanlara  askerî denmiş olmasıdır. Yönetici sınıf içinde yer almak  için  herhangi bir devlet hizmetine atanmak ve  padişahtan berat almak gerekmektedir. Ordu mensupları dinî  bürokraside  görevli  olanlar kalemiye de  görevli katipler ve kamu yönetiminin değişik örgüt ve kademelerinde bulunanlar askerî  olarak  gösterilmektedir.  Osmanlı  askerî  sınıfı  icraî  askerîler  ve bu ayırımın dışında kalan ulemalar olmak üzere ikiye ayrılır.
 
  
       İCRAÎ ASKERÎLER:    Padişahın kullarından, yani Devşirme-Kul Bürokrasisine mensup aristokratlardan ve alt düzey idarecilerinden oluşuyordu. İcraî askerler de kendi içinde seyfiye ve kalemiye olmak üzere iki  kategoriye  ayrılmaktaydı.  İcraî  askerîler yönetim sınıfına dahil olmalarına rağmen padişahın iktidarı karşısında  güvenli  bir  durumda  değillerdi. Zira mal ve can güvenlikleri bulunmamakla  beraber  siyaseten  katl ve müsadere kurumları bizzat bu grup için geliştirilip uygulanmıştır.Özetle Osmanlı yönetim sınıfında en güvensiz kurumda bulunan grup  icraî  askerîlerdir.  Zira  icraî  askerîlere  müsadere  uygulanmıştır.  Ayrıca bu sınıfı gelir durumlarına göre de gruplandırmak mümkündür. Bu gruplardan ilkine ücretliler ya da maaşlı-lar  adı  verilmiştir.  İkinci  grup  ise  gerçek  anlamda yaptıkları askerlik hizmetleri karşısında devletten yıllık olarak bir köyün gelirini kendi adına toplama yetkisi olanlardır.
 
     ULEMA:   Yönetici sınıfın içinde bulunan bu sınıf en genel anlamıyla yüksek din bilginle-rinden  oluşan  sınıf  olarak  nitelendirilebilir.  Ulema  kültürel  ve dinî sistemi temsil eder. Bu grubun üç görevi vardır.Bunlar:kaza(yargı), tedris(eğitim,öğretim) ve dinî ibadetlerin yönetim ve bilgi danışmanlığıdır. Osmanlı  Devleti’nin  ortaya  çıkışından yıkılışına kadar devam eden süreçte  ulema;  kadılık,  müderrislik, imamlık gibi görevleri yapan  ve  aynı  zamanda  siyasî, sosyal,  askerî  olaylarda  da  etkili  olan  devletin  en  önde gelenleri arasında yer alan sınıftır. Diğer  askerîler gibi vergi vermeme ayrıcalığından yararlanırlardı.  Siyaseten  katl  konusunda da imtiyazlı bir kurumda bulunurlardı. Müsadere kurumu da ulema için uygulanmazdı.
 
    YÖNETİLENLER (REAYA): Osmanlı toplumunun en önemli kesimi reaya yani yönetilen-lerdir. Ekonomik  hayatın  belirgin  niteliğinin  tarım  ve  ziraat  olduğu  Osmanlı Devleti’nde üretim  faaliyetlerini elinde tutan sınıf reayadır. Ticaret zanaat ya da tarımla uğraşan üretici halk  himayesinde yaşadığı devlete yani askerî sınıfa vergi öderlerdi. Her türlü üretimi gerçek-leştirmek  devlete  vergi  ve  resm  gibi  rant aktarımında bulunmak devletin savaş ve her türlü faaliyetlerini  finanse  etmek reayanın temel işleviydi. Askerî sınıfın imtiyazlarına sahip olma-yan  reaya  hükümdara  verilen  tanrı emaneti gibi kabul edilmiştir. Siyasten katl ve  müsadere kurumları  özel  durumlarda  ve belli ölçüler dahilinde işlemekteydi. Reayayı iki şekilde sınıf-landırmak mümkündür. * yerleşim yeri ve iktisadî açıdan * dinî açıdan.
 
     1-) Yerleşim Yeri ve İktisadî Açıdan Reaya:  
    
     Şehirler:     Bu gruba zanaatle uğraşanlar, lonca esnafı, ticaretle hayatını kazanan tüccar ve sarraflar girer. Bu grup verdiği vergilerle devlet ekonomisine katkıda bulunmuştur.
 
     Köylüler:    Şehir  halkından  ayrı  olarak diğer bir üretici sınıfta köylüler, yani çiftçilerdir. İmparatorluğun  ekonomik  yapısı  ziraate dayandığından bu işle meşgul köylülerin devlet açı-sından ne kadar önemli olduğu  aşikardır. Köylünün hukuklsal statüsünü belirleyen en belirgin kural  da  onun  çiftini  çubuğunu  bırakamayışı,  istediği  yerde istediği işle uğraşamamasıdır. Devlete ait topraklar  üzerinde  kiracı  olarak  yaşayan  köylüler  özel  vergilerle  yükümlüdür.
 
    Konar-göçerler:   Reayadan sayılan fakat hayat tarzları bakımından şehirli ve köylülerden ayrılan konar-göçerler yerleşik halkın verdiği vergiyi vermezler, kendilerine mahsus bir nizam içinde telakki olurlardı.
 
     2-) Dinî Açıdan Reaya:       Din3i açıdan reaya müslim ve gayri müslim olmak üzere ikiye ayrılır.  Müslim  reaya Osmanlı toplumunda vakıf, mirî ve mülk araziler üzerinde oturan tarım ve ziraatle meşgul olan  müslümanları  içeren  toplumsal  kategoriyi ifade etmekteydi. Müslim reayanın  yönetim  ile  olan ilişkileri şer-i ve örf-i yasalara göre düzenlenmişti. Osmanlı toplu-munda müslüman olmayan yönetilenlerin toplandığı grup gayri müslim reaya idi. Hristiyanlar bu  grubun en önemli kitlesini oluşturuyorlardı. Ayrıca toplumsal değişme ile birlikte Osmanlı toplum yapısında ortaya çıkan ve yönetilenler sınıfında yer alan yeni bir grup ile karşılaşılır ki bu da ayandır. Ayan diye adlandırılan halk kesimi taşra halkının tabî lideri durumundaki etkin ve güçlü şahsiyetlerin oluşturduğu bir toplumsal kitle idi.
 
                                                           HALİL İNALCIK
 
     REAYA: Osmanlı düzeninde nüfus başlıca iki gruba ayrılıyordu. Savaşçı ve yönetici sınıfı meydana getiren askerîler sultanın temsilcisi olarak şu veya bu kamu görevini yerine getirdik-lerinden resmen her türlü vergiden muaftılar. Topluca reaya diye adlandırılan ikinci gruptaki tüccar, zanaatkar ve köylüler ise üretken faaliyetlerde bulunuyor, dolayısıyla vergi ödemek ile yükümlü oluyordu.Özel statüleri muaf ve müsellem deyimiyle dile getirilen ve bazı durumlar-da avarız vergilerden muaf olan bir grupta askerîlerin altında reayanın üstünde yer alan bir çeşit ara sınıfı oluşturuyordu.Her üç grup, yani askerîler, reaya ve muaf ve müsellemler belirli aralıklarla imparatorluk çapında gerçekleştirilen tahrirler temelinde özel defterlere kaydedil-mekteydi. Öte yandan bu guplar arasında belirli bir dikey hareketliliğin de varlığı Osmanlı düzenini bir kast sisteminin katı sınıflaşmasına göre daha esnek kılıyordu. Nitekim gerek hris-tiyan  gerekse  müslüman  reayanın askerî sınıfa katılması için meşru sayılan bazı yol ve yöntemler vardı.Her yıl hristiyan ailelerin çocuklarının bir bölümünün toplanması demek olan devşirme usulü hristiyanların askerî sınıfa katılmaları için böyle bir yoldu. Müslüman reaya açısından ise gönüllü olarak uçlarda görev yaparken olağanüstü bir yiğitlik örneği verdikleri takdirde sultanın özel beratıyla askerî sınıfa alınmaları daima mümkündü. Bununla beraber esas olan devletin ve toplumun dengesinin korunması açısından her bireyin kendi statü grubu içinde tutulmasıydı.
 
Bölümler
 


Bu sayfayı nasıl buldunuz?
kötü
orta
iyi

(Sonucu göster)


 
Bugün 18 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol