Osmanlı Yenileşme Tarihi
 
Islahat, bir kurumun aksayan yönlerinin düzeltilmesi anlamına gelir. Bir kurumun aksayan yönlerinin uygun şekilde düzenlenmesi ıslahat anlamına gelir. Siyasî tarih olarak ıslahatlar Kanuni düneminde başlar. Osmanlı Devleti’nin siyasi tarihinin tasnifi söz konusu olduğunda 1299’dan 1453’e kadar olan süreç, devletten imparatorluğa geçen bir süreçtir. Ancak burada Osmanlı’nın bir imparatorluk gibi sömürge sürecinin olmadığının belirtilmesi gerekmektedir. 1453’ten sonra sadece Anadolu üzerinde mütevazi bir yapılanma değil, içinde birçok devleti barındıran bir cihan devleti olmuştur. Haçova Savaşı (1596) III.Mehmed zamanında kazandı-ğımız son seferdir.Bu dönemden sonra üstünlük sona ermiş, toprakların genişlemesi bu neden-le  1596’dan  sonra  sona  ermiştir. Yenileşme  tarihini başlattığımız tarih I.Ahmed döneminde meydana gelen olaylara göre ıslahatları başlatmşıtır. Islahatlar gelişigüzel değil eksikliklere ve ihtiyaçlara göre yapılıyordu.Üçyüz yıl problemsiz bir dönem yaşamış, iç dinamiklerini sağlık-lı bir şekilde ilerletebilen Osmanlı’da bu dönemden sonra problemler ortaya çıkmaya başla-mıtır.  Ankara Savaşı’ nda Osmanlı’nın başında Yıldırım Bayezid bulunuyordu ve Timur Devleti’nin ordusuna yenilmişti.Bu da bir otorite boşluğunun çıkmasına neden oldu.Bu durum Birinci  Fetret  Devri olarak anılır. İkinci Fetret Devri yani Celalî fetreti 1596 Haçova zafe-rinden  sonra  başlar  ve  Kuyucu Murat Paşa’nın isyanları bitirdiği döneme kadar devam eder. Birinci  Fetret  Dönemi  Osmanlı’nın kuruluş aşamasında Anadolu’da bir birliğin sağlandığı dönemdir. Bu dönemde idare ve sevk konusunda iyi bir komutan ve iyi bir hükümdar karşısın-daki düşmanın iyi tahlil edilmemesi, düşmanın seçtiği bir mekanda savaşılması gibi sebepler-den dolayı olumsuz sonuç alınmıştır.Osmanlı etrafında bir birlik oluşturulmuştur.Timur karşı-sındaki mağlubiyet bu birliği bozmuş, Osmanlı’ya karşı beylerin güçlenmesine sebep olmuş, devlet  bir  yıkılış  ile  karşı  karşıya  kalmıştır. Bir uç beyliği şeklinde teşkilatlanmış olan bu beyliğin avantajı; Cidde kalesinin alınması, Rumeli’ye geçilmesi ve Anadolu dışında Avrupa-ya ulaşılması olmuştur. Anadolu’ da Osmanlı bitmiştir. Osmanlı daha kurulurken yıkılma aşamasında  kalmıştır. Osmanlı’nın ilk üçyüz yılı güçlü olduğu dönemdir. Celalî isyanlarının yaygınlaşması Osmanlı Devleti’ni tekrar bir tehlike ile karşılaştırmıştır. Bununla beraber iç hakimiyette de bir sarsılma olmuştur. Böyle bir durumda dışarıdaki düşmanlara karşı koymak tabiki mümkün değildir. İkinci Fetret Osmanlı’yı ıslahat yapmaya zorlamıştır. Devlet erkanı devlet düzenini sorgulamaya başlamıştır. Celalî isyanları Yavuz Sultan Selim döneminde Bozoklu Celalî’nin isyan etmesiyle başlamıştır.Osmanlı Devletinde gerek Yavuz Sultan Selim dönemi, gerekse de Kanunî  Sultan  Süleyman  dönemi  Osmanlı’nın  en  güçlü  dönemleriydi. Payitahtın en güçlü olduğu zamanda İstanbul’da Türk nüfusunun en fazla olduğu yer Anadolu idi  fakat  Şahkulu  İsyanları  da baktığımızda bu bölgelerde ortaya çıkmıştır. II.Bayezid döne-minde en büyük şehzade Ahmed’i bitirmiştir. Celalî isyanı devlete baş kaldırıştır. 1700 ve 1800’ lü   yıllar   bir   bunalım noktasıdır. Teferruatında kişisel menfaatler gözlenmektedir. Türklerde firar edenler ölüm korkusuyla geri dönemezlerdi.Evlerine dönseler takip edilecekle-ri korkusuyla dağlara çıkıp orada eşkiyalık yaparlardı. Bunlar çarkın dişlilerini bozmuşlardır. Celalîler devlet otoritesini ortadan kaldıran  bir  uygulamaya  geçtiler. Toprakları talan ettiler, halkın can güvenliğini ortadan kaldırdılar. Gençler bu celalîlere katılmak zorunda kaldı. Bu nedenle Osmanlı’da  huzur  ve  barış ortadan kalktı. Anadolu harabe haline geldi. Osmanlı’nın dayandığı aslî unsur Anadoulu’daki insanın huzurudur. Anadolu’daki halk barış içinde olma-dığı  zaman Avrupa’ya yönelik  ilerleme  zorlaşırdı. Yaşanan bu gelişmeler vergi sisteminin bozulmasına  ve  buna  bağlı olarak halkın topraklarını terk etmesine neden oldu. Genel olarak bir devletin geleceği ORDU, MALİYE ve ADALET’e bağlıdır. Bu üç unsurun arasındaki denge bozulursa devletin temeli sarsılır.
 
Osmanlı  İmparatorluğu’nun  XVII. Yüzyıl Buhranı: Bu dönemin siyasî buhranını incelemek önemlidir. Celalî Fetreti olarak adlandırılan bu dönemi Erhan Afyoncu ayrıntılı olarak ele almıştır. Burada 1578-1590 arasındaki İran seferleri önemli yer tutar. Osmanlı-İran savaşları Safevi devletinin kuruluşundan sonra başlamış, özellikle III.Murat devrinde gittikçe etkisini artırmıştır. Bu savaş Osmanlı Devleti’ne hem maddi hem de manevî bakımdan ağır gelmiştir. Şah İsmail Erdebil Ocağı’nı siyasî bir merkez haline getirdikten sonra gelişme potansiyelini Anadolu’da  bulmuştur. Şehzadaler  mücadelesinde Yavuz Sultan Selim’in Trabzon valiliği sırasındaki  Safevilerle  mücadelesi  sonucu  oldukça etkilenmiştir. Yavuz   Sultan Selim bu sebeple tahta geçtiğinde ilk iş olarak İran seferini plânlamıştır. İran seferinden önce Sultan Selim önemli tedbirler almıştır.Bu tedbirleri alırken Şahkulu isyanınıda göz önünde bulundur-muştur. Anadolu’da Kızılbaş Türkmenlerin liderleri soruşturmaya alınmıştır. Bu soruşturma neticesinde  kırk  bine  yakın  tutuklama  emri  çıkartılmıştır. Devlet aleyhine faaliyet yapanlar mahkum edilmiş, bir kısmı da idam edilmiştir. Sefere çıkmadan sipahileri ve yeniçerileri toplayarak İran seferine katılıp katılmayacaklarını sormuş, Şeyh-ül İslam’dan fetva almıştır. İran coğrafyasının zorluğu, ganimet getirisinin olmaması, tabî şartlardan dolayı bu savaşın bir getirisi olmamıştır. Yıpratıcı etkileri oldukça fazla olmuş ve Osmanlı’yı buhrana sürükleyici nedenlerden  birisi  olmuştur.  Diğer bir buhran nedeni Avusturya savaşlarıydı.   Zitvatorok antlaşmasından sonra gelişen süreç burada ele alınmalıdır. Buhranı birçok tarihçi Kanunî döneminden başlatsa da bu yaklaşım yanlıştır. Siyasî olarak zirvede olunan zaman aynı zamanda gerilemenin de başlangıcı sayılabilir. Bu nedenle Kanunî dönemi bu hususta biraz erken bir dönem olarak kabul edilmelidir. Hem tarih hem de edebiyat alanında eserler veren Fuat  Köprülü  de  konu  hakkında  değerli  bilgiler  vermiştir. Köprülü; Osmanlı Devleti’ nin Kuruluşu isimli eserinde Osmanlı’nın buhran dönemine ne zaman girdiği hususunda net bilgi-ler vermiştir. Köprülü, Osman Gazi’den Kanunî’ye kadar padişahların birbirinden kabiliyetli olduğunu, ancak Kanunî’den sonra gelen padişahların aynı kabiliyeti gösteremedikleri için Osmanlı’da zaafların  başladığını  bildirmiştir. Bu zaaflardan dolayı Astarhan seferi başarıla-mamış, Don-Volga nehirleri birleştirilememiş, buna bağlı olarak İran’ın doğuya dönmesine engel olunamamıştır. Bu sefer başarılsa İran üzerinde Osmanlı’nın idare hakkı olur ve bir cihan devleti olacak olan Osmanlı, Türkistan’a daha rahat yönelebilirdi. Ancak Selim’in zaaf-ları  bütün  bunların  gelişmesine  engel olmuştur. Diğer bir konu Islahat Layihasıdır. Devletin gidişatı  konusunda  hazırlanan  çeşitli raporlar Islahat layihasını ortaya çıkarmıştır. Siyasetna-meler ve nasihatnameler de bu layihalardan sayılabilir. Türk sosyal kurumlarının en önemlile-rinin başında vakıflar gelir. Bu vakıfların kurallarının bulunduğu vakfiyeler de bir çeşit nasihatname sayılabilir.Devlet düzenindeki aksaklıklar bu nasihatnamelerin toplanmasıyla 16. yüzyılın başında kitaplaştırılmıştır. Gelibolulu Mustafa Ali bu konuda önemli çalışmalar yapmıştır. 17. yüzyılın ilk çeyreğinde eserleri günümüze kadar gelen Koçu Bey risaleler yazmıştır. Bunun yanı sıra Katip Çelebi’de konuyla ilgili çeşitli eserler vermiştir.
 
Islahat Layihasına Göre Osmanlı Buhranının Sebepleri:
1)      IV.Murat’ın zaafları
2)      Adalet mekanizmasındaki zaafiyet
3)      Kanun-u Kadim’deki zaafiyet
4)      Rüşvetin yaygınlaşması
5)      Mansıpların ehline verilmemesi
6)      Toplum hiyerarşisinde bozulma
7)      Hazinenin gerilemesi
8)      Ahlâki çürüme
 
Bir  devlette  maliyenin,  ordunun  ve  adalet  mekanizmasının  güçlü  olması  gerekmetkedir. Adaletin  olmadığı  bir  yerde  devletin  olmasından  da  söz edilemez. İlk insanlardan itibaren insanlığın  adalete  olan ihtiyacı adalet mekanizmasının önemini gösterir. Halka iyi davranma-nın ordu ve maliyeyi de güçlendireceği aşikârdır. Bu yüzyılda çözülmenin en önemli nedenle-rinden  biri  tımar  sisteminin  yani  toprak  düzeninin  bozulmasıdır.  Diğer bir nokta Kanun-u Kadim’dir. Bu yüzyıla özelliğini veren ıslahatlar herkesin kafasındaki gibi  Kanun-u  Kadim’e göre yapılmasıdır. Ekberiyet sisteminin tabi bir  şekilde  uygulanması  1603  yılından  itibaren başlamıştır.  Islahatlar ortalama bir yüzyıl uygulanmış ve daha sonra görülmüştür ki, bu uygu-lama  bir  çıkış  değildir.  Bir yüzyıl boyunca başarı ile uygulandıktan sonra Kanun-u Kadim’e göre  yapılan ıslahatların terkedilmesi buhrana neden olmuştur. Tımar sistemi ve devşirme sis-temi bu işleyişin olmazsa olmazlarındansa bu sistemdeki çözülmeler devleti derinden etkile-miştir. Ayrıca bu dönemde seferler için askerlerin toplanması sonbaharda seferlerin bitmesiyle askerlerin toprağa dağılması altı ay sürmekteydi. Bu sistem 17. yüzyıla kadar düzenli olarak işlemekteyken bu yüzyıldan itibaren on iki ay boyunca süren seferler düzenin bozulmasına neden olmuştur.Bunun yanı sıra kul sisteminden vatandaşlık sistemine geçilmesi batının örnek alınmasına rağmen 150 yıl gecikmeli olarak Osmanlı yenileşmeye gitmiştir. Rüşvetin yaygın-laşması adaletin bozulmasına, haksızlığın yaygınlaşmasına neden olmuştur. Hiçbir bünyede, mekanizmada sağlıklı bir yönetimde rüşvetin yeri yoktur.Öyleki modern yönetimlerde hediye-lerin rüşvet yerine geçmemesi için hediyelerin değerine sınırlandırmalar getirilmiştir. İşe göre adam verilmesinin yerine adama göre iş verilmesi yani işin ehline verilmemesi devletin sırtına büyük br yük bindirirken aynı zamanda işlerin aksamasına da neden olmuştur. Toplum statü-sünün bozulması da sıkıntılara yol açmıştır. Sınıflar arası geçişler idare eden kesimi rahatsız etmiştir. idare edenler ile idare edilenlerin yer değiştirmesi sıkıntılar doğurmuştur.Bir devletin hazinesinin gerilemesi yani maliyenin çökmesi de buhrana neden olur. 17. yüzyıldaki ıslahat-ların tamamına yakını maliyeyi düzeltme yolunda yapılmıştır. Yani bütçe disiplini kurulmaya çalışılmıştır.Son tespitte ahlaki çürümedir. Bu sadece 17.yüzyıl için değil daha önceki ve daha sonraki dönemler için de önemlidir. Toplumdaki ahlâki seviye buhranın çıkmasına neden olabilir. Osmanlı’da maliyenin iyi olması, halkın refah seviyesinin ve ordunun iyileşmesine de neden olmuştur.Yani bütün mekanizmalar birbirlerini etkilemiştir. Düzgün ahlâk normlarında-ki çözülme, bütün mekanizmalarda çözülmeye neden olmuştur.
 
II.Osman:     17. yüzyılda ıslahatların kaderi Genç Osman’ın kaderiyle örtüşmektedir. 17. yüz-yıldaki siyasî olayların farklılığa yol açtığı bilinmektedir. Tarıma dayalı toprak sistemi geliş-melerle  değişmeye başlamıştır. Klasik sistem çözülmeye başlamıştır. II.Osman ve IV.Murat bu gidişatın iyi olmadığını görmüşlerdir. 1603 tarihinden itibaren I.Ahmet’in tahta çıkmasıyla karakteristik özelliği ortaya çıkmıştır. İlk 300 yılda padişahlar birbirlerinden kabiliyetliydiler. Devlet bu dönemde güçlü bir cihan devleti hâline gelmiştir. Bu güçlü padişahların önü Türk örf hukukuyla açılmıştır. Uç beyleri gibi kişilerin şehzadelerden birinin üzerine karar kılması ile Yakub Çelebi’nin de kaderi belirlendi. Türk örf hukukuna göre taht, devleti kuran ailenin ortak mülküdür. Taht kime nasipse başa o geçer. Ailenin erkek üyeleri tahta çıkmakta eşit hakka sahipti. Bu da iktidar mücadelesinin çıkmasına neden olmuştur. 1603 yılına kadar başa geçen 13 padişah bu şekilde mücadele ile tahta geçmiştir. İşi çığırından çıkaran bu usülle dev-leti idare edebilecek padişahlar tahta geçmiştir. 1603’e kadar bu kanun uygulandı. Ancak 1593’te hükümdarın 19 kardeşini katletmesi kamu vicdanını rahatsız etmiştir.I.Ahmet 1603’te 14. padişah olarak tahta geçer. Kardeşi olmadığı için kardeş katli fiili olarak durmuştur. 14 yıl padişahlık yapmıştır. O ölünce devlet ileri gelenlerinin umumî reyi ile I. Ahmet’in oğlu Osman’ın yerine Mustafa tahta geçmiştir.Bu da ekberiyet sisteminin uygulanmaya başladığını gösterir. Hanedanın yaşça büyük olanı bu sistemle tahta geçmeye başlamıştır. Bu sistem 1922 yılına kadar uygulanmıştır. İşte bu sistemle balığın baştan kokmasının önü açılmıştır. Çünkü kabiliyeti olmayan insanlar tahta geçmeye başlamışlardır.
 
I.Mustafa 1617 Ekberiyet sistemi ile şimşirlik başlatmıştır.Bu dönemde kafese şimşir ağacıyla parmaklıklar yapılmıştır. Bu dönemde mülki sistem bozulmaya başlamıştır. 19.yüzyılın ortası-na kadar kişinin sahip olduğu herşey padişahın idaresine bağlanmıştı. Arazi kanunnamesiyle miri arazi mülke çevrilince vatandaşlık statüsü müslüman-Türk için ülkenin vatan olarak sahiplenmesiyle millet şuuru ortaya çıkmıştır. Tarihi itibariyle Osmanlı Devleti merkeziyetçi-liğe dayanan bir sisteme sahipti. Mülki sistemde bir değişiklik kamu vicdanını rahatlattı ama beceriksiz kişiler tahta geçti. Daha ilk uygulamada terslikler görülmüştür. Bugun askerin kendisini sivil idareden üstün görmesi Osmanlılara kadar dayanır. I.Mustafa tahta geçince sistem ilk çatlağını verdi. Zira I.Mustafa akli dengesi bozuk biridir. 1618’de II.Osman emriva-ki ile tahta çıkartılmıştır. Islahatların akibetini II.Osman’ın akibeti belirlemiştir. II.Osman’ı yapmak   istediği   ıslahatlardan   dolayı 17. yüzyılın yenileşme tarihiyle özdeşleştirebiliriz. II.Osman Lehistan seferinin başarısız olmasından sonra yeniçeri ocağını kaldırmak istedi.Ama yeniçeri  ocağı  bu istekten yaklaşık 200 yıl sonra kaldırılabildi. 17. yüzyılın ortalarında daimi ordu ihtiyacı doğdu. Osman, daimi bir ordu olan yeniçerilerin yerine başka bir ordu kurmak istedi. Bu esnada dünyadaki gelişmeler de Osmanlı’nın aleyhine devam ediyordu. Osmanlılar ehl-i kalem ve ehl-i kılıç’ta taviz vermedi. Asker ve ulema tamamen Türklerden oluşuyordu. Devşirme sisteminin devlete tamamen hakim olması sonucunda sistem bozulmuştur. II.Osman tamamen Türklerin egemen olduğu bir sistem kurmaya çalışmıştır. II.Osman Şeyh-ül İslam’ın kızıyla evlenmiştir.Genç padişahın en önemli hatası kendi yetkilerini sınırlandırmak olmuştur. Halk padişahın emrindedir. Yani tek otorite padişahtır. Bu da fiiliyatta hükümdarı diğer insan-ların üstünde bir konuma oturtturmuştur.Genç Osman işte bunu sınırlandırmıştır. Padişah halk üstünde bu otoritesini kullanmalıdır.Protokol sıradanlaştırılamaz.II.Osman ağırlığını ortadan kaldırdı. Zira kendisi sokaklarda yeniçerileri kovaladı. Böyle olunca tahttan indirildi ve yay kirişi ile boğduruldu. II.Osman’ın bu akibeti padişahların yeniliğe teşebbüs etmesini engelledi II.Osman tek eşlilik ve Türk aile kızını nikahlama uygulamasını getirmişti.
 
IV.Murad:      1618’de II.Osman tahttan indirilmiş bunun üzerine I.Mustafa ikinci defa tahta çıkarılmıştı. Onun akli durumunun iktidar boşluğuna neden olduğu görülmektedir. Deli diye anılan Sultan İbrahim’in I.Mustafa’dan çok daha akıllı olduğu bilinmektedir. Deliler Osmanlı-da önde giden gönüllü sınıftır. Bekar oldukları için kendilerini o hizmete adamışlardır. Delilik delikanlılıkltan gelmektedir.   Ekberiyet   sistemiyle otorite boşluğunun yaşanması merkezi yönetimle idare edilen Osmanlı’da kendisini hemen göstermiştir. Kanunî döneminde Hürrem Sultan’ın etkisi ön plâna çıkmaktadır.Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi komplosunun arkasın-da Hürrem Sultan vardır. 17. yüzyılın ıslahatları bu durumlardan dolayı sınırlıdır. Çünkü dev-lette bir demir yumruk  eksiği  vardır.  IV.Murad  devrini  iki  kısıma ayırabiliriz. İlk dönemde padişah kendisidir ama yönetimde etkili olan kendisi değildir. 1632 yılına kadar bu durum devam etmiştir. 1632’de 21 yaşına gelip zorbaların tepesine bindiğinde o bildiğimiz IV.Murat olacaktır. Yani otoritesini ortaya koyduğu zaman devlet kendisine gelmiştir. Hükümet olanın iktidar olduğu bir dönem başlamıştır. Bağdat’ın Safevilerin eline geçmesi infiale neden oldu. Bağdat’ın fethi IV.Murat dönemindeki en önemli dış gelişme oldu. Bununla coğrafi sınırlar kültürel sınırlarla örtüştü. Kösem Sultan’ın ipleri elinde tutması IV.Murat’ın Genç Osman’ın akibetini  yaşayacağından korkmasıdır. IV.Murat için Hafız Ahmed Paşa kendisini feda etmiş-tir. IV.Murat bundan sonra kimseye acımayacaktır. 12 Martta askerler ayaklanıp şehzadeleri istediler. Saraydan ayrılırken de padişahın yakınlarından üç kişiyi katlettiler. IV.Murat bunları yaşayınca sadrazam Recep Paşa’yı huzuruna çağırdı. Cesedini saraya gelen zorbaların önüne attı. 1632’den sonra kanunsuz iş yapan kim varsa cezalandırıldı, çoğu idam edildi. Daha sonra Revan seferine çıkılmıştır.   Boğdan seferi ile IV. Murat Bağdat fatihi olarak tahta geçti. 17 Mayıs 1639’da Kasr-ı Şirin antlaşması imzalandı. Antlaşma Kanunî döneminden itibarenki İran seferlerine bir nokta koydu.Lehistan talebinden vazgeçti. Devlet düzeni yeniden sağlandı. Müsadere usulü getirildi. Kahvehanelerin kapatılmasının gerçek sebebi padişaha muhalefetin odak   noktası   olmasıdır.    Bu   uygulamalar   otoritenin  güçlü   olduğunu   göstermektedir.
 
 
                                                            VİZEDEN SONRA
 
 
                                                           KADIZADELİLER
 Türk tarihinin en tutucu düşüncelerinden biri olan Kadızadeliler hareketinin öncüsü Kadızade Mehmet Efendi fikirlerini 16. yüzyılın önemli isimlerinden Birgivi Mehmet Efendi’nin eserle-rine dayandırıyordu. Birgivi’nin eserlerindeki Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan herşeyin reddedilmesi fikrini benimseyen Kadızade Mehmet oldukça sıkıntılı geçen bu yıllarda hatipli-ğini de kullanarak yıllarca halkı ve devlet kademelerini etkiledi. Kadızade Mehmet usta bir hatipti ve İstanbul camilerinde vaaz vermekteydi. Onun dönemi de devletin bunalımda olduğu halkın sıkıntı çektiği yıllardı. Dönemin önemli tarikatları olan Halveti ve Mevlevileri aşağıla-yıp semanın haram olduğunu söyledi. Kadızadelilere göre dertlerin sona ermesi için yapılması gereken iş dine sonradan sokulan bu uygulamaların ortadan kaldırılmasıydı. Bu yapıldığında tüm dertlerin devası bulunacak ve İslamiyetin en iyi şekilde yaşandığı Asr-ı Saadet dönemi tekrar yaşanabilecekti.Kadızadeliler dine sonradan sokulan uygulamaların yaygınlaşmasındaki en büyük sorumluluğun tarikatlarda olduğunu iddia ediyorlardı.  
 
Kadızadeliler Devlete Nasıl Hakim Oldular?:     Kadızadeliler özellikle IV. Murad döneminde ön plana çıktılar. Sultan Murad, tütünün haram sayılarak yasaklanmasında ve kahvehanelerin kapatılmasında Kadızade Mehmet Efendi’nin desteğini gördüğü için bu gruba mensup imam-ları desteklemişti. Kadızade Mehmet Efendi, hatipliği sayesinde etrafına bir hayli taraftar top-ladı ama ömrü fikirlerinin iktidar olduğunu görmeye yetmedi. 1635’te ölünce yerine Üstüvani Mehmed Efendi geldi. Vaazlarını Ayasofya camiisinde direk dibine oturup, sırtını buraya dayayarak verdiği için “Üstüvani” diye anlılıyordu. Kadızade Mehmed Efendi’nin taraftarları, onun ölümünden sonra “Kadızadeliler” veya “Fakılar” diye anıldılar. Kadızadeliler Mehmed Efendi’nin ölümünden sonra daha da etkin oldular. İstanbul camiilerinin çoğunun kontrolünü ellerine geçirdiler. Osmanlı yöneticileri Kadızadelilerin dini telkinlerini, halka sıkıntılarını unutturacak geçici  bir  vasıta  gibi görmüştü. Özellikle IV.Mehmed katında itibar kazandılar. Kadızadeliler, daha sonra siyaset meydanlarında at oynatmaya başladılar. Başkalarına haram olan herşey kendilerine helaldi ve kendilerinden olanlar devletin tepesine çıkarken, muhalifler celladın satırına veriliyordu. İstanbul halkı Kadızadeli ve tarikat mensupları diye ikiye bölün-müş, kimse diğerinin imamlık ettiği camiiye gitmemeye ve hatta selam vermemeye başlamıştı Kadızade ve tarafları, belirli bir üstünlük sağladıysa da karşılarında diğer tarikatların kuvvetli direnişlerini buldular. Sivasî Abdülmecid Efendi’nin başını çektiği bir grup onların fikirlerine karşı çıktı. Artık İstanbul’un heryerinde Kadızadeliler ile Sivasîler arasında tartışmalar ve siyasî üstünlük kurma yarışı yaşanıyordu. Kadızade ile aynı yılda 1935’te ölen Abdülmecid Efendi’nin halifesi Abdulahad Efendi’nin liderliğindeki Sivasîler mücadeleyi sürdürdüler. Abdulahad Efendi Kadızadelileri susturmak için çok farklı bir yola baş vurdu. Kadızadelilerin toz kondurmadıkları Birgivi’nin “Tarikat-i Muhammediye” adlı kitabındaki hataları ortaya koyan bir kitap yazdı ve böylece yobazları can evinden vurdu.
 
Kadızadeli Hareketi Nasıl Dağıtıldı? :     IV.Mehmed dönemi sadrazamlarından Boynueğri Mehmed Paşa zamanında Kadızadelilerin durumları bozuldu. Sadrazam “ulema ve şeyhlere danışmak ne demektir?” diyerek Kadızadelileri devlet işlerinden uzaklaştırdı. Bunun üzerine Kadızadeliler sadrazam aleyhinde büyük   bir   karalama   kampanyası   başlattılar. Köprülü Mehmed  Paşa  sadrazam olunca ilk işinin bozulan devlet otoritesinin yeniden tesisi etmek olduğunu biliyordu.Köprülü, devlet otoritesini tesisi etmeye çalışırken, IV.Murad döneminden itibaren İstanbulda büyük bir güç haline gelen Kadızadeliler aleyhtarlarını sindirmek ve devlet yönetiminde söz sahibi olmak için harekete geçtiler. Kadızadeliler İstanbul’daki bütün tekke-leri yıkıp, buraların şeyh ve dervişlerine imanlarını tazelemelerini teklif etmek ve kabul etme-yenleri öldürmek; padişahın huzuruna çıkarak peygamberden sonra ortaya çıkmış bütün toplu-lukların kaldırılmasını istemek, padişahların ve ailelerinin yaptığı Selatîn camilerinin minare-lerinin biri dışındakilerini yıkmak istiyorlardı.Kadızadeliler bu isteklerini yerine getirmek için silahlanıp halkı yanlarına davet ettiler. Bunun üzerine Köprülü Mehmed Paşa Kadızadelilerin isteklerini reddetti. Kadızadelilerin mallarına el koyup, hareketin lideri olan Mehmed Efendi, Türk Ahmed ve Divanî Mustafa’yı tutuklatarak Kıbrıs’a sürdü. Yıllarca İstanbul’da istedikle-rini yaptıran devlet işlerine müdahale eden Kadızadeliler bir günde bitirilmişti. Bu hadise, dışarıdan zayıf gibi görünen devletin gerektiğinde ipleri nasıl kolaylıkla eline alabildiğini gös-termektedir.
 
Köprülüler Dönemi ve 17.Yüzyıldaki İsyanlar:    Köprülü Mehmed Paşa sipahi olarak görev yaparken Amasya Vezirköprü voyvodasının kızıyla evlenerek Köprülü unvanını almıştır. Kadızadeliler hadisesinin yoğun olarak yaşandığı 17. yüzyılda yeniliğe karşı bir taassupun etkisi onu sadrazamlığa taşımıştır. Bir toplumun belli değerleri vardır. Bu değerler sosyolojik bir değer olarak millet oluşumunu desteklemektedir. Millet olma yolundaki toplumların özel-likleri genellikle manevidir ve belli bir takım değerler o topluluğu ayakta tutabilir. Burada taassup ile muhafazakarlığın ayırt edilmesi gerekir. Dini olarak inanç ve değerler topluluğunu korurken bunun taassup yoluna gitmemesi için sağlam bilginin olması şarttır.Toplum bünyesi-nin dinamik olması taassupu engellemek için önemlidir. İlim müessesesinin gelişme dinamiği-ni yitirmesi taassupa neden olur. Bir taraftan da gelişim şarttır. Dünya sürekli olarak insan yaşamını kolaylaştırmak için gelişmektedir. Bazen bu gelişme kendi kendisinin felaketini hazırlasa da sürekli vardır. Bazen gelişim büyük toplulukları da yok etmiştir. Bu nedenle 17. yüzyıl dikkatleri çekmektedir.Burada uygulamalarıyla Köprülü Mehmed Paşa öne çıkar.Kadı-zadeliler  hadisesi  siyasî zaafların tuzu biberi olmuştur. Köprülü çeşitli saray görevlerinde yer almıştır. 1611’e gelinceye kadar inişli çıkışlı bir hayat yaşamıştır. İstanbul’a geldikten sonra vezirlik  makamına gelmiş, daha sonra hazineye olan borcundan dolayı tutuklanmıştır. Çok parlak bir kişiliği olmasada dürüst ve iyi birisi olarak anılmıştır. Tiryaki Hasan Paşa’nın Avusturya’ya karşı başarılı mücadeleler vererek vezir olmasını üzüntü ile karşılamıştır. Devlet kademelerinin en üstü olan vezirlik makamının ayağa düştüğünü dile getirmiştir.Köprülü uzun yıllar boyunca devlet kademelerinde görev yapmıştır.Pir-i Fani olan Köprülü’yü Valide Sultan devletin kurtuluşu için önemli görmüştür. Onun vezirlik makamına gelmesinde Turhan Sultan da etkilidir.Köprülü sadrazam olmak için çeşitli şartlar öne sürmüştür. İlk önemli icraatı Kadı-zadelileri bastırması olmuştur. Burada belirtilmelidir ki şartlı olarak sadrazam olma, Osmanlı tarihinde bir ilkitir. Görevi bir lütuf olarak görmemesi, bunu pazarlık yaparak öne sürmesi önemlidir. Kendisi sorumluluğun yanında yetki de istemiştir. Herhangi bir başarısı ve prestiji olmayan birisinin, hem de çok yaşlı olan birisinin bu tarz bir isteği kendisine verilen görevi en iyi şekilde yapmak olarak  yorumlanabilir. Köprülü askerin ve sarayın baskısından dolayı iş yapılamadığını bilmekteydi. Bu yüzden, göreve gelince iş yapmak istediğini, görevinin hakkı-nı vermek istediğini bildirerek padişahın doğrudan muhattabı olmak istemiştir. Bütün yetkile-rin toplandığı makam sadrazamlık makamı olacak padişah, sadrazamlık makamından habersiz iş yapmayacak demiştir. Bu şarları padişahta kabul etmiştir. böylece Köprülü sadrazam olmuş öncelikle kendisine karşı yapılacak suikastlere karşı kendini emniyete almıştır. Devletin üst makamlarına kendi adamlarını getirmiştir.Tarikatların kapatılmasını emretti ve kadızadelilerin hareketine  son verdi. Daha sonra Çanakkale’deki Venedik donanmasının uyguladığı ablukayı kaldırdı. Bu hareketlerle itibarı ve prestiji arttı. Erdel’deki isyanları da bastırmayı başardı. Köprülü IV.Murad gibi sert tedbirlerle devlet otoritesini sağlamış ve güçlü devlet görüntüsüne yeniden dönmüştür. Köprülü dönemi 25 yıl sürmüştür. Köprülü 85 yaşına gelince iş yapamaz duruma gelmiş ve Fazıl Ahmed Paşa onun yerine sadrazam olmuştur. IV.Mehmed sözünde durarak Fazıl Ahmed Paşa’yı Köprülü’nün isteği üzerine makamına getirmiştir. Sadrazamlık bu sayede babadan oğula geçmeye başlamıştır. Bu da Osmanlı imparatorluğunda bir ilkin yaşanmasına neden olmuştur. Köprülüler döneminin en önemli hadisesi Girit seferinin sona ermesidir. Fazıl Ahmet Paşa’nın ölümü ile Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadrazam olmuştur. Bu şahıs Köprülü ailesinin son padişahıdır. Köprülüler döneminde 1669’da Venedik ile yapı-lan antlaşma ile Kardiye’nin teslimi de gerçekleşmiştir. Görevini yapmayan otuz bin yeniçeri görevden atılmıştır.1702’de Amcazade’nin sadrazamlığından sonra Köprülü sülalesinden bazı devlet adamları  çıksa  da en çok Çandarlı ailesinin ismi duyulmuştur. Fuat körülü’de Köprülü ailesindendir. Ancak bu durum derin bir tartışma konusu olmuştur.
 
17. Yüzyıla  Ait  İsyanlar:       Sultan İbrahim’in yeniçeri ileri gelenlerini öldürtmeye kalkması üzerine yeniçeriler yeni bir sadrazam ilan ettiler. Bu hareketten sonra 1648’de Sultan İbrahim tahttan indirilmiş ve IV. Mehmed tahta çıkarılmıştır. Daha sonra İstanbul’da büyük bir isyan patkak vermiştir. Üsküdar’ daki bu isyan sipahiler tarafından durdurulmuştur. Sipahilerin İstanbul’a gelmesiyle yeniçeriler de ayaklandı.Girit’e gönderilen askerler isyan nedeniyle geri döndüler.Sipahiler burada ayak divanının kurulmasını istediler fakat istekleri gerçekleşmeyin-ce yeniçerilerin desteğini almak istediler. Ardından Acemi Oğlanları yanlarına çekmek istedi-lerse de bunu başaramadılar. Ardından At Meydanı’nda toplanan sipahiler burada yeni bir isyan başlattılar fakat ağır bir darbe aldılar. Bunun üzerine yeniçeriler daha da güçlendiler ve devlete gözdağı vererek sipahileri desteklediler. Bu galibiyetten sonra yeniçeriler devlete kafa tutmaya başladı. Bir diğer isyan İstanbul’daki esnafların isyanıdır. Hazinede yeterli para olmaması nedeniyle değeri düşük akçenin piyasaya çıkması esnafın ayaklanmasına neden oldu. Saraçane’de toplanan esnaf Vezir-i Azam tarafından azarlanarak Şeyhülislam’ın yanına gittiler.Ardından diğer esnafı ve halkı da önlerine alarak 1651’de isyan başlattılar.Dükkanları-nı kapatan esnaf Topkapı sarayına geldi. Yirmi bin kişiyi bulan bu kalabalık karşısında yeni-çeriler hazırlığa başladı.Yeniçeri ağaları esnafın daha ileri gitmesini engellemek için orta yolu bulmaya çalıştılar. Ardından esnafa zorla dükkanlarını açtırdılar ve silah zoruyla bu isyanı bastırdılar. Kösem Sultan bu isyanda yeniçerileri destekledi. Bu esnada Turhan Sultan’da harem ağalarının desteğini alarak saray içinde bir mücadele yoluna gitti. Kösem Sultan bir emir ile harem ağalarının saraya girmesini engelledi. Bunun üzerine Turhan Sultan bir isyan başlattı. Hanım Sultanların mücadelesi Kösem Sultan’ın suikast girişimi ile alevlendi. Suikast ile IV. Mehmed’i öldüremeyen Kösem Sultan bir davete gittiği esnada sarayın kapılarını açık bırakması, Turhan Sultan’ın  saraya adamlarını rahatça sokmasına neden oldu. Kösem Sultan taraftarları kılıçtan geçirildi. Ardından da Kösem Sultan öldürüldü. 10 Mayıs 1655 tarihinde Derviş  Mehmed  Paşa’nın  yerine İfşir Paşa’nın geçirilmesi ve İstanbul’da bir suikaste kurban gitmesi yeni bir isyana neden oldu. Otorite boşluğu bu isyanın asıl sebebi idi.
   Diğer bir olay Vaka-i Vakvakiye (çınar vakası)’dir. Uzun kuşatmalar devletin ekonomisinde sıkıntılar yaratmış askerlerin parası ödenemez olmuştu. Bazı askerlerin maaşının değeri düşük akçelerle ödenmesi ve askerlerin İstanbul’a gelmesi bir isyan başlatmıştır. Haklarını isteyen askerler ağır bir şekilde azarlanmıştır.Bunun üzerine yeniçerilere derdini anlatan askerler ayak divanının toplanmasını istedi. Bu isyan yaklaşık bir hafta devam etti. IV.Mehmed asilerin sözcüsü ile görüşerek 30 kişinin idam edilmesi talebini kabul etti. Asiler bu cesetleri çınar ağacına astılar. Bu olay tarihte çınar vakası olarak anılır. İdamların ardından isyan da yavaş yavaş durulmuştur.
IV. Mehmed Köprülüler sayesinde devlet işleriyle fazla ilgilenmedi. Av ve eğlence ile meşgul oldu. 1687’de askerler Macaristan seferini yarıda bırakıp İstanbul’a döndüler.   Ayasofya camiinde toplanıp askerlerin maaşlarının ödenmesi ve ayak divanının kurulacağı kararı alındı ise de bu durum IV. Mehmed’in tahttan indirilmesine engel olamadı. Ardından şehzade Süleyman başa geçerek roller değişti. IV.Mehmed hapsedildi.
 
III.SELİM VE NİZAM-I CEDİD:        Nizan-ı Cedid’in anlamı; yeni düzen, yeni reform, yeni intizamdır. 1789’da önce Avrupa’yı, sonra tüm dünyayı etkileyen Fransız İhtilâli Osmanlı’yı da etkilemiştir.Bu zamanda Osmanlı tahtında III.Selim bulunmaktaydı. 1789’dan sonra zorun-lu bir kültürel değişime gidildi. III.Selim’de yapısı itibariyle yeniliği düşünen ve uygulayan bir padişah olmuştur. III. Selim dirayetli, hesaplı, plânlı ve yetenekli Yavuz Sultan Selim’e benzeyen bir padişahtı. Nizam-ı Cedid ismi bizlere önce askerî bir teşkilatı hatırlatır. Ancak çok daha geniş anlamları içerisinde barındırır. 1789-1802 tarihleri arasındaki tüm gelişmeler Nizam-ı Cedid adı altında incelenmelidir. III. Selim zamanındaki yeniliklerin tamamına bu isim verilmiştir. Sadece askerî olarak görmek dar bir bakış açısıdır. Dinî ve islamî bakımdan Kabakçı Mustafa isyanının III.Selim’i tahttan indirmesinin Nizam-ı Cedid ile bir bağlantısının olmadığı da söylenir. Tophane’yi ve askerî kışlaları kendisini tanıtmadan teftiş etmesi, matbaa kurması gibi çeşitli yönleri III.Selim’in olumlu yönleriydi. III.Selim Osmanlı padişahları ara-sında en zor zamanda en güç yenilikleri gerçekleştiren en yetenekli padişahtır. Tahtını vatanı için feda etmiş Rus tehlikesine karşın kendisine karşı çıkan ayaklanmanın üstüne gitmemiştir. III.Selim 1807’de tahttan indirilmiştir. Saray entrikalarına maruz kalmış, kafasındaki fikirlerin kurbanı olmuştur.Taassup içerisinde olanlar, yani her türlü yeniliğekarşı olanlar bu entrikalara dahil olmuşlardır. III.Selim’in Osmanlı yenileşme tarihindeki rolü çok büyüktür.
            Batının her sahada Osmanlı’yı geçmesi, batıya yetişmek zorunluluğu ve siyasî yeniliğe gitme zorunluluğunu III. Selim daha tahta çıkmadan idrak etmişti. Bunun geçici tedbirlerle çözümünün mümkün olmadığını bilmekteydi. Hareketin askerî alanda başlaması gerektiğini düşünmüştü. Bunun yanı sıra dirayetli komutanlarla zaferler kazanabileceğini düşünmüştü. Bunun başarılması için öncelikle uzun bir barış devresine, ardından da yabancı bir devletin yardımına ihtiyaç vardı. Bu devletinde Osmanlı’ya düşmanlığı olmaması gerekiyordu. Bu nedenle Yaş antlaşmasından itibaren barış politikasına yöneldi. Batılı devletlerin hristiyan olması iktidarın değişimini gerektirebilirdi. Çünkü yeniliğe karşı olanlar padişahı gavur olarak nitelendirebilirdi. İşte Kabakçı Mustafa, isyan çıkarırken bunu kullanmıştır. Medrese ikinci muhalefet durağı olmuştur. Yeniçeriler ve ulema özellikle Lale devrinden sonra aydınlık yer olan medreseye yönelmişlerdir. Asıl fonksiyonunu kaybeden yeniçeri ocağı menfaatlerinden dolayı yeni düzene düşmandı. III. Selim taassup içinde olan kuvvetlerle kendisini tehlikeye atacağını biliyordu. Bu nedenle devlet adamlarının her birine birer layiha yazdırarak onların fikirlerini öğrendi. Böylece şahsi bir ihtirası olmadığını da devlet erkanına ispat etti. 20 kişi 20 layiha sundu.Ayrıca Osmanlı ordusunua hizmet veren yabancı bir subayda bir layiha yazdı. Bu layihalar iki farklı konuya işaret ediyordu. Bunlardan birisi Kapıkulu ocaklarının yeni silahlar ile kanun-u kadime uygun olarak Avrupa usulüne göre yetiştirilmesi. Diğeri Kapıkulu ocaklarından hayır kalmadığı, bunların eğitilmesinin mümkün olmadığı ve bu nedenle bunla-rın kaldırılması gerektiği hususudur. Bunlardan ikinci görüşün dikkate alındığı görülmektedir. III.Selim bundan sonra ıslahat yanlısı kişilerden bir ekip hazırlamış, mevcut askerî ocakların azaltılması yoluna gidilmiş, batı tarzında bir yaya ordusu ve yeni savaş tekniğinin belirlenme-si yoluna gidilmiştir.Yeni kanunnameler hazırlanmış ve askere alınma hususuna yeni standart-lar getirilmiştir. Bu işlem yeniçerilere ağır gelmeye başlamıştır. Bu nedenle de verilen görev-lerden vaz geçmeye başlamışlardır. Topraklı süvariler için de yeni görevlerin atanması kararı alınmıştır. Bütün bunlar askeri alanlarda yapılan yoklamalarla karara bağlanmıştır. Nizam-ı Cedid tıpkı şark meselesi gibidir. Nizam-ı Cedid tamamen III.Selim döneminde ortaya çıkmış ve III. Selim ile sınırlı kamıştır. Bu dönemde donanmada da ıslahat yapılmıştır. Osmanlı’nın güçlü olduğu zamanlarda bile donanma hep geri plâna atılıyordu. III.Selim bu alana da el attı. Bunların yanı sıra idarî alanda da yenilikler yapıldı. Tahta çıktığı zaman mülkî alanda sıkıntı gören III. Selim bu alanda da ıslahat yoluna gitmiştir. III.Selim rüşvet ve iltimas konusuna da el atmış, bu alanda da ıslahat yoluna gitmiştir. Ayanlara da bir düzenleme getirilmiştir. İdarî görev yapanların görev süreleri sınırlandırılmış, yerli ürünlerin kullanılmasına özen gösteril-miştir. İstanbul’un un ihtiyacı için bir düzenleme yapılmış, stokçuluk yapanların önüne geçil-miş, hububat nazırlığı kurulmasını emretmiştir. Bu zamana kadar Avrupa’da daimi elçiliği bulunmayan Osmanlı Avrupa’da bu dönemde daimi elçilikler kurmaya başlamıştır. Fransız ihtilaline Avrupalı devletlerin şiddetle tepki vermesi Osmanlı’yı etkilememiş gibi gözükür. Bu durumu Osmanlı, Avrupa’nın meselesi olarak yorumlamıştır. Bu nedenle Osmanlı, Fransa’ya muhalefet olmamıştır. Çünkü Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı kişi hak ve hürriyeti, çok uluslu Osmanlı’nın yapısında islamiyetin de etkisiyle zaten uygulanmaktaydı.
 
                                                         TANZİMAT
 
Tanzimat ne zaman başladı? :   Tanzimat’ın  ilanından  (3  Kasım  1839) önce  Tanzimat kelimesi  kullanılmaya  başlamıştı. Tanzimat-ı  Hayriye  tabiri  ilanından  bir yıl önce devletin resmi  gazetesi Takvim-i Vekayi de görülür. Gelibolu ve Edirne gibi yerler, yeni düzenlemele-rin  yapılması  için  pilot  bölge  olarak  tespit  edilmişti. Ancak liberal muhafazakâr çekişmesi yüzünden  yapılması  düşünülen  yeni düzenlemeler gerçekleştirilemedi. Ali  Akyıldız’a  göre; yapılan köklü reformlar sebebiyle  Tanzimat gerçek manada II. Mahmud döneminde başlamış, ancak Sultan Mahmud’un imparatorluğunun  klasik yapısını tamamen değiştiren reformlarının Tanzimat’ın gölgesinde kalması yüzünden bu durum anlaşılamamıştır.
 
Tanzimat nedir? :Kimilerine göre Tanzimat, yarım adamların yarım adımlarından öte bir şey  değildir.  “Tanzimatçı  kafasını”  bir  yafta , bir  hareket  olarak  dillerine  dolayanlar  için Tanzimat , bu  memlekette  batı taklitçiliğinin , batı  uşaklığının  miladıdır. Kimilerinin  elinde Tanzimat, Türk laikliğinin, Türk  anayasa  ve  parlamenter  geleneğinin  şanlı mübeşşiri haline gelmekten kurtulamaz. Kimileriyse Tanzimat’ı iyi niyetli bir teşebbüs  kabul  edip, daha sonra “ama”  ile  başlayan bir parantez açıp “yetersizdi” diyerek  sözlerine  devam  ederler. Tüm  bu değerlendirmeler, ya ideoloji penceresinden bakılarak ya da sebebi bir tarafa bırakıp tamamen sonuca göre hüküm vererek yapılmıştır.
Tarihi vakıayı kendi tarihi şartları içinde değerlendirmek, yani ilmi tarih metodolojisiyle hareket  etmek  ve  de  imparatorluk kafasıyla düşünmek Tanzimat’ı anlamanın ve anlatmanın vazgeçilmez iki şartıdır. Tanzimat en  dar  anlamıyla, Sultan Abdülmecid’in 3 Kasım 1839’da Gülhane’de Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan hatt-ı hümayundur. Okunduğu yere nispet-le  Gülhane Hatt-ı Hümayunu veya genelde kullanılan ismiyle Tanzimat-ı Hayriye ya da sade-ce  Tanzimat Fermanı ismiyle anılır. En geniş manada ise Osmanlı Devleti’^nin son dönemle-rinde yoğunlaşan ancak çok defa önceki zamanlarda başladığı gözlenen bir yenilenme sürecini ifade eder.
Tanzimat’ın iki esas gayesi vardı:   Bunların ilki , Sırp (1804) ve özellikle Yunan (1821) ayaklanmalarında  kendini  bulan  ve  imparatorluğu  temellerinden sarsan milliyetçi fikirlerin önünü almaktı.giderek bir Osmanlı milleti oluşturmak  fikri  bu  endişeden kaynaklandı. İkinci gayesi  ise  merkezi  oteriteyi  imparatorluğun  tamamında hâkim kılmaktı. Tanzimat  Fermanı hakkındaki bir yanlış değerlendirme de fermanın  hukuken  anayasa  olduğu  ya  da  padişahın yetkilerini sınırlandırarak parlamenter sisteme giden yolu tayin ettiğidir.
Padişah kendi hukuki yetkileri dahilinde, içtimai ve idari yapıda düzenlemeler yapılması yönündeki  emrini  ilan etmiştir. Fermanın hukuki açıdan padişah üzerinde bağlayıcı olduğunu söylemek  de zordur. Padişahın fermanda belirtilen hususlara uyacağına dair yemini, Osmanlı-larda  ilk defa görülen bir şey değildir. Tanzimat’ın fikir babalarının Osmanlı idari yapılanma-sına sağladıkları en büyük katkı kadim usül-i meşveret geleneğini bir müessese içine sokmala-rıdır.Tanzimat sürecini, kendisinden önceki yenilik fikir ve uygulamalarından ayıran ve onlara nispetle  daha başarılı kılan en önemli faktör, bu dönemde yenilik fikrinin kişilerin iyi niyetine bağlı bir faliyet olmaktan çıkartılıp , sistemleştirilip , kurumlaştırılmasıydı.
 
Tanzimat fermanı nasıl ilan edildi? :  1 Temmuz 1839’da henüz on yedi yaşında bulunan Abdulmecid, babası II. Mahmud’un yerine  Osmanlı tahtına çıktı. Tahtın varisi sıfatıyla iyi bir eğitim  görmüş   babasının  yenilik fikirlerini benimsemişti. Ancak  onda  babasın  sert  mizacı yoktu. Hariciye   Nazırı  Mustafa   Reşid  Paşa,   padişahla   yaptığı  görüşmelerde ,   Sultan Adulmecid’in  babasının  yolunda  gitmek  istediği  izlenimini  edinmişti. Mustafa Reşid Paşa, Avrupa’daki vazifesi esnasında değişen dünya koşullarını yakinen  görmek  fırsatını  edinmiş, kendisini de bu yönde geliştirmişti.
Tanzimat  Fermanı’nın taslağı kısa bir süre önce Meclis-i Şura’da müzakere edilmişti ve bu  yüzden  de  devlet ricalinin imzaları mazbatanın altında vardı. Sarayın  müştemilatı  içinde kalan  Gülhane bahçesindeki  meydanda, saray  erkânı, ulema  mensupları, şeyhler, memur  ve subaylar, loca  başkanları  davete  icabet  edip, meydandaki  çadırlarda  yemeklerini   yedikten sonra kendilerine gösterilen yerlere geçti. Meraklı  halktan  birçok kimse bu garip törene şahit olmak  için  kalabalıktaki  yerlerini  almışlardı. Meydana hakim bir  yere  yüksekçe  bir  kürsü kurulmuştu.   Sultan   Abdülmecid  Gülhane’de  bulunan  kasra  inmişti. Sultan  Abdülmecid, Mustafa Reşid Paşa’ya  bir  kırmızı  atlas  kese gönderdi. Paşa kürsüye çıktı, atlas keseyi öpüp başına  koyduktan  sonra  dikkatle  açtı.  İçinden  çıkan  hatt-ı  hümayünu  tekrar  öpüp  başına koydu. Kalabalığa şöyle bir süzdükten  sonra, yüksek bir sesle hattı okumaya başladı. Böylece bir devre adını veren Gülhane Hatt-ı Hümayünu cümle cihana ilan etmiş oldu.
 
Tanzimat Fermanı’nda neler vaat ediliyordu? :     Hatt-ı Hümayun’da önce durum tespiti yapılıyordu:  Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren Kur’an  ve  şeriata  sımsıkı  bağlı  kaldığı için güçlü ve  müreffeh olmuştu. Ancak 150 yıldan beri Kur’an ve şeriat bir kenara bırakılmış, bu  yüzden  de hem devlet hem de millet evvelki güç ve ihtişamını kaybetmişti. Yine de mem-leketin  uygun  mevkii, yeterli kaynakları ve halkın kabiliyeti akıllı bir şekilde yönlendirilirse, beş on sene zarfında bu kötü  durumdan kurtulmak mümkündü. Bunun için yapılması gereken Allah’ın yardımı ve Hazreti Peygamber’in inayetiyle yeni kanunlar çıkartmaktı.
      Hatt-ı hümayunun ikinci bölümünde yeni kanunların neler olduğu ve niçin yapılacağı izah ediliyordu;  Dünyada  can  ve  namustan  daha  kıymetli bir şey olmadığına göre, bir kimsenin kendini  tehlikede görüp, karakterinde ihanet olmasa bile  bunları  korumak  adına  devlete  ve millete  zarar  verecek  hareketlere  teşebbüs  etmemesi  için  güvenliğinin  tesisi  şattı. Evvela halkın  mal, can  ve  namus  güvenliği  sağlanmalıydı. Devletin,  memleketin  muhafazası  için lüzumlu  asker ve diğer masraflarının ancak halkın vergilerinden toplanan parayla karşılanabi-leceğine  göre, bu vergi meselesine de çeki düzen verilmesi gerekliydi. Bunun için memlekete bir hayrı görülmeyen  iltizamla  vergi  toplanması  usulü  terk  edilecek ve herkesten emlak ve kudretine göre münasip bir vergi alınacak, hiç kimseden kanun harici bir şey  talep  edilmeye-cekti. Asker  konusunda  da düzenleme yapılarak nizamsızlığın önlenmesi, ticaret  ve  ziraatın bozulmaması  için  şimdiye  kadar  uygulanan  askere  alma  şeklinden  vazgeçilecektir. Artık lüzumu halinde her bölgeden nüfusuna uygun  miktarda  asker  talep  edilecek  ve  ömür  boyu askerlik  vazifesi kaldırılarak, istihdam müddeti nöbetleşe olarak dört-beş seneyle sınırlandırı-lacaktı. Son  bölümde, bütün  bu  vaatlerin  nasıl gerçekleştirileceği ele alınıyordu. Buna göre, artık  hiç  kimse yargılanmaksızın açık veya gizli surette cezalandırılmayacaktı. Kimse kimse-nin namusuna  tasallut  edemeyecek, herkes kendi mülkünde tam bir serbestiyetle yaşayacaktı. Müsadere uygulaması  kaldırılacak, bu  kişinin  mirası  varisleri  tarafından tasarruf edilecekti. Verilen bütün bu haklardan Müslim ve gayri Müslimler  eşit  bir  şekilde  yararlanacaktı. Can, mal  ve  namus  güvenliği  ile  vergiyle  ilgili  bundan  sonra  yapılacak düzenlemeler Meclis-i Ahkam-ı Adliye’de, askerlik  hususundaki  düzenlemeler  ise  Bab-ı  Seraskeri’de  serbest  bir şekilde  görüşülüp, alınan  kararlar  padişahın  tasvibinden  sonra yürürlüğe girecekti. Padişah, Hırka-i  Şerif  Odası’nda bütün ulema ve vekillerin huzurunda  fermanda  belirtilen  hususlara uyacağına  yemin  edecekti. Son olarak, memurların yargılanması için  bir  ceza  kanunnamesi hazırlanacak, rüşvetin her türlüsü şiddetle cezalandırılacak, henüz  maaşı  olmayan memurlara yeterli miktarda maaş tahsis edilecekti.
 
Tanzimat’ın  uygulamasında nasıl bir yöntem takip edildi? : Tanzimat reformları ülkenin bütün bölgelerinde aynı anda yürürlüğe  konulmadı. Pek  çok düzenleme önce belirli bir örnek bölgede denendikten sonra, imparatorluğun diğer bölgelerine de  teşmil edilmeye çalışıldı. Bu örnek bölgeler genellikle merkeze yakın veya  merkezin  denetiminin  güçlü  olduğu  yerlerdi.
Coğrafyanın  son  derece  geniş, buna  karşılık  iletişim  imkânlarının yetersiz olduğu bir  zamanda, aynı programının, farklı din, dil ve ırka mensup insanlara aynı zamanda uygulanma-sından doğacak zararlar önlenmeye çalışılmıştır. Uygulamada  göze  çarpan bir diğer husus da tedrici,  yani   zamana   yayılmış  bir  ilerleme  fikrinin  benimsenmesiydi. Eski  müesseseler kaldırılmaksızın kendi hallerine terkedilip, bunların hemen  yanı  başlarında  yeni müesseseler kurulmuştur. Bir süre sonra eski müessese yenisi karşında atıl  hale  gelip,  kendiliğinden  yok olup  gidiyor  ya  da  çok  dar  bir  çevreye  hitap  eder bir tarzda varlığını güç bela sürdürecek duruma  düşüyordu.  Böylece  toplumsal  muhalefetin önüne   geçilmek  isteniyordu.  Zamana yayılmış  bir  yenileşme  fikrini  kabul  eden  bu anlayış  pozitivist  bir  görüş  yansıtır.  Ancak Tanzimat’ı  ilan  eden  ve uygulamaların öncelikli  gayesi  pozitivist  doktrinle  yoğrulmuş  bir toplum ve devlet kurmak değil, devletlerini uçurumun kenarından kurtarmaktı.
 
Tanzimat’ın  getirmek istediği Osmanlılık fikri neydi? :    XVIII.  Yüzyılın  sonlarından itibaren  dünya siyasi literatürüne ciddi biçimde giren milliyetçilik ve bağımsızlık fikri, şüphe-siz,  bünyesinde  birçok  farklı  dil, din  ve etnik yapı barındıran Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkiledi. Bu dönemde Osmanlı idarecilerinin  en  önemli  meşguliyet  ve meselelerinden birisi, yayılan  milliyetçilik fikrinin imparatorluğun bünyesinde barındırdığı gayri Müslimler üzerin-deki  tesirini  engelleyerek, buna alternatif politikalar geliştirmek oldu. Bu  anlayışın  meyvesi olan “Osmanlı Milleti” fikri, devletin mozaik görünümü arzeden içtimai bünyesini bir harman haline getirecek ve bu sayede bir arada tutacak politik bir zaruret olarak görüldü. Osmanlıcılık fikri, bir anlamda XIX. yüzyılın ateşli milliyetçiliğine alternatif olarak oluşturulmaya çalışılan bir olguydu; asrın ideolojisi milliyetçiliğin  Osmanlı’ya  göre  yorumlanarak  uygulanmasıydı.
1804’te  başlayıp  kısa  sürede  milliyetçi  bir  renge  bürünen Sırp isyanı ve 1821’den itibaren Osmanlıları  uçurumun  kenarına getiren Rum isyanı, Osmanlıcılık  siyasetinin  resmi  politika olarak uygulanması kaçınılmaz kılan iki büyük gelişme oldu. Tanzimat sürecinin temel gayesi de bir Osmanlı milleti teşekkül ettirmekti. Klasik  dönemde  gayri  Müslimler İslam hukukuna göre zimni  statüsünde  değerlendirilmiştiler, devlete  itaat etmeleri ve vergi vermeleri karşılı-ğında her türlü güvenliklerinin temini,  askerlikten  muafiyet ile dini vwe hukuki otonomi gibi imtiyazlara  sahip  olmuşlardı. Tanzimatla  birlikte  oluşmaya  başlayan  yeni  hukuk  anlayışı, imparatorluk  sınırlarında  yaşayan  herkese,  imparatorluğun  İslami geleneklerine halel getir-meksizin,  tek  vatandaşlık sıfatı altında eşit hak ve mükellefiyetlerin tanınması esasına dayan-dırıldı. Tanzimat  döneminde  gayri  Müslimlerin  idari kadrolarda istihdamı, bu kimselerin de gidebileceği  okulların  açılması  gibi  uygulamalar  hep  bu  yeni  anlayışın  ürünüydü. Ancak birliğin  sağlanabilmesi  ve  herkesin  kendisini  Osmanlı  hissetmesi  kanun  önünde  eşitliğin temini  ile  mümkündü. İşte  bu  gaye  ile  Tanzimat dönemi süresince geniş bir kanunlaştırma faaliyeti sürdürüldü.
1840’ta,  farklı  hukuki  sistemleri  teke indirerek herkesin tabi olacağı bir hukuki sistem oluşturmak  için  Fransız Ceza Kanunnamesi’nden  mülhem  bir  Ceza  Kanunnamesi  yeniden düzenlendi ve  yine  Fransız  Ticaret Kanunu’nun tercüme yoluyla uyarlanmasıyla oluşturulan Kanunname-i Ticaret yürürlüğe girdi. Her  iki kanunnamede de Osmanlıcılık fikri açık surette tezahür eder. 1846’dan itibaren kurulmaya başlayan ticaret mahkemeleri Batı hukuk normları-nın Osmanlı  İmparatorluğu’na  aktarılmasında önemli bir merhale oldu.  1864  tarihli  Vilayet Nizamnamesi’nde idari düzenlemelerin  yanı sıra adli düzenlemeler de yapıldı. Nizamnamede kaza, sancak ve vilayetlerde Nizamiye Mahkemelerinin  kurulması  ve  bu  mahkemelerin  her birinde  gayri  Müslim  üyelerin de yer alması karalaştırıldı. Mahkemeler, ayrım yapmaksızın, halkın ceza ve diğer hukuk işlerini yürütecekti.
Meclis-i  Vala  kanun  tasarısı  ve  nizamname  hazırlama  yetkisini  1854’te  oluşturulan Meclis-i Ali-i Tanzimat’a devretti. Bu düzenlemeden beklenen netice alınamayınca  iki meclis tekrar birleştirildi.
 
Tanzimat’ta  askerlik  alanında ne tür gelişmeler yaşandı? :       Askeri  alanda  Tanzimat reformları II.   Mahmud’un bıraktığı  yerden  devam etti. Askerlik hizmetinin vatani bir vazife olduğu ilan edildi ve mecburi askerliğe yönelik adımlar  atıldı. Her  bölgeden, nüfusun miktarı ölçüsünde,  kura  usulüyle  asker  toplanması  karalaştırıldı. Askere  alma yaşı 20 olarak tespit edildi. Her aileden tek bir kişinin askere çağrılması,  tek  çocuğu  olan  ailelerin  bu  hizmetten muaf  tutulması ilkesi benimsendi. Bir  kanunname  ile  askeri  örgütlenmenin  zarureti  ve  bu konuda yapılacak düzenlemeler tespit edildi. Kanunnameye göre muvazzaf askerlik süresi beş yıl  olacak, bu  süre  sonrası  terhis  edilenler  yedi  sene redif kabul edilecekti. Redifler her yıl bulundukları  kazalarda  yeni  harp  teknikleri  ve  silahları  hususunda  eğitim görecekti. Kara ordusu şu birimlere ayrıldı:
1.      Hassa Ordusu (1. Ordu): Merkezi Üsküdar’da olup, ilgi alanı Güneybatı Anadolu’ydu.
2.      Dersaadet Ordusu (2. Ordu): Merkezi İstanbul’daydı.  
3.      Rumeli Ordusu (3. Ordu): Merkezi Manastır olup ilgi alanı bütün Rumeli’yi kapsamaktaydı.
4.      Anadolu Ordusu (4. Ordu): Merkezi Sivas olup, ilgi alanı Anadolu’ydu.
5.      Arabistan Ordusu (5. Ordu): Merkezi Şam olup, ilgi alanı Suriye ve Arabistan’dı.
6.      Irak ve Hicaz Ordusu (6. Ordu): 1848’de merkezi Bağdad olmak üzere kuruldu.
 
1847’de  gayri  Müslimlerin  de  orduda  istihdam  edilmeleri  ve  albay  rütbesine  kadar yükselebilmeleri  kararlaştırıldı.  Ancak  gayri  Müslimlerin  askerlik  yapmaya  hiç de hevesli olmadıkları kısa sürede  anlaşılınca  bu  son  kararlarda  vazgeçildi.  Batılı  devletler,  Osmanlı gayri Müslimlerinin askere kabulü hususundaki ısrarlarını sürdürünce, konu 1856’daki Islahat Fermanı’nda  tekrar  gündeme  geldi. Gayri  Müslimler  bu defa da askere gitmeye yanaşmadı. Nihayet askere gitmeyi reddeden cizye mükellefi gayri Müslimlerin, bedel-i askerlik vergisini ödemeleri şartıyla bu hizmetten muaf tutulmaları kararlaştırıldı.
 
 
ISLAHAT FERMANI
Paris  Antlaşması  nasıl  imzalandı ? :       Paris  Konferansı’na  savaşan  bütün  devletler katılmıştı. Osmanlı heyetinin başında Ali Paşa bulunuyordu.Uzun görüşmelerin ve diplomatik manevraların  sonunda,  Paris  Antlaşması  imzalandı.  Antlaşmaya göre bütün  devletler  işgal ettikleri toprakları boşaltacak, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak  bütünlüğü  ve  bağımsızlığı antlaşmayı imzalayan devletlerin garantisi altınca olacak, Boğazlar  yabancı  devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulacak ve Karadeniz’de  savaş  gemileri  bulundurulmayacaktı.  Eflak  ve Boğdan prenslikleri eski özerk statülerinde ve  Avrupa  devletlerinin garantisi altında olacaktı. Osmanlı  İmparatorluğu’nun  bu sırada uygulamaya koyduğu Islahat  Fermanı  da  antlaşmada zikredilerek onaylandı.
 
Islahat Fermanı’nı niçin ilan ettik? :  Avrupalı devletler, Kırım Harbi sırasında Tanzimat Fermanı’ nın  yeterli  olmadığını  söyleyerek  Osmanlı  İmparatorluğu’ na  ülkesindeki  gayri müslimlere yeni haklar  verilmesi  için  devamlı  baskı  yaptılar.  Paris  Antlaşması’ndan  önce barış şartlarını  belirlemek  için  Viyana’da  toplanan konferansta gayrimüslimlere yeni haklar verilmesi ve bu durumun Avrupa devletlerinin teminatı  altına  alınması  için antlaşmaya ilave edilmesi üzerinde duruldu. Osmanlı  İmparatorluğu  bunu  kendi  iç  işlerine  karışmak  olarak gördüğü için kabul etmedi. Ancak  baskılar  sonucu,  Fransa’nın  tavsiyesi  ile  cizye  vergisini kaldıracağını gayrimüslimlerin orduda ve idari görevlerde yer alabileceklerini, kiliselerini inşa ve  tamir  edebileceklerini  ilan etti. Bu duruma en büyük tepki ise askerlik yapmak istemeyen gayri  müslimlerden  geldi. Yeniden  toplanan Viyana Konferansı’nda, imtiyazların genişletil-mesi  ve  barış antlaşmasından önce ilan edilmesi kararlaştırıldı. İmzalanan Viyana Protokolü-nün  ardından,  İstanbul’da  Osmanlı  devlet  adamları ile İngiliz, Fransız ve Avusturya elçileri bir  araya gelerek, ıslahat programının hazırlıklarına başladılar. Bu  ıslahat  programının  barış antlaşmasında  zikredilmesi  ve  Avrupalı  devletlerin  teminatı  altına  alınması  istendiyse de, Osmanlı İmparatorluğu bunu kabul etmedi. Sonunda  bu  durumun  padişahın  kendi  isteğiyle gayri müslim  tebaasına  verdiği  yeni  haklar  olduğu  intibaını  uyandırmak  için ıslahatın bir ferman ile duyurulması kararlaştırıldı ve düzenleme 18 Şubat 1856’da Babıâli’de  törenle  ilan edildi. Ferma’nın, antlaşmada zikredilmesi için tekrar baskı yaptılar. Osmanlı devlet adamları-nın  bütün  direnmelerine rağmen, Paris Antlaşması’nın dokuzuncu maddesinde Islahat ferma-nından söz edildi.
 
Islahat Fermanı’nın muhtevası ne idi? : Islahat Fermanı’nda olduğu gibi herkesin can ve mal emniyeti, ırz ve namus güvencesi olduğu  vurgulanıyordu.  Kanunlar önünde herkes eşitti.
Gayrimüslimler de Müslümanlar gibi askerlik yapacaklar, farklı vergiler vermeyeceklerdi. Bu, hukuk  eşitliğinin bir gereğiydi. İltizam sistemi kaldırılacak, rüşvet önlenecekti. Hiç kimse din ve mezhep değiştirmeye zorlanamazdı. Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki davalar için karma  mahkemeler  kurulacaktı. Gayri müslim  cemaatleri  dönemin  şartlarına  göre  yeniden yapılandırılacaktı. Müslüman  gayri müslim  eşitliği önemle vurgulanmış ve gayrimüslimlerin haklarının  ne şekilde güvence altına alınacağı belirtilmişti. Osmanlı  tebaasından  birine  karşı küçük  düşürecek  hitaplar  yasaklanmıştı.  Merkezi  ve  taşradaki  yönetim  organlarına  gayri müslimler de alınacaktı.
 
Islahat Fermanı ne getirdi? :       Islahat  Fermanı, tamamen Müslüman olmayan tebaa ve Avrupalı devletlerin vatandaşları ile ilgili hükümleri içeriyordu.Bu ferman Tanzimat’ın aksine dışarının   zorlaması  ile  hazırlanmıştı.  Tanzimat  Fermanı’nda  Batılılara  karşı  herhangi  bir taahhüt  verilmemişken  Islahat  Fermanı’ nın  Paris  Antlaşması’ nda  zikredilmesi   Osmanlı İmparatorluğunu  taahhüt  altına  sokmuştu. Islahat Fermanı, gayrimüslimlerin Osmanlı toplu-mundaki  statülerini  değiştirmiş  ve  imparatorluğun uygulandığı zimmi hukukunu sona erdir-mişti.Cevdet Paşa, bazı alafranga çelebilerle bazı devlet ileri gelenlerinin, Islahat Fermanı’nın Avrupalılarla  ittifakımızın  bir  delili  olarak gördüklerini ve Müslümanlarla gayrimüslimlerin kaynaşacağına ve ülkemizde medeniyetin  gelişeceğine  inandıklarını  söyler.  Ancak tam tersi bir durum meydana gelmiş ve Avrupa devletlerini arkalarına alan gayrimüslimler bağımsızlık-larına giden yolda adım adım ilerlemişlerdi.
 
Bölümler
 


Bu sayfayı nasıl buldunuz?
kötü
orta
iyi

(Sonucu göster)


 
Bugün 2 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol