Tarihî Coğrafya
 
           KÜLTÜR VE ÇEVRE:       Dünya üzerinde her topluluk bir yer tutmaktadır. İnsanların yaşamış oldukları çevrelere coğrafî  mekan  denilmektedir. Bu coğrafî mekanlar birbirlerinden farklılık gösterdiği gibi,üzerinde yaşayan toplulukların tarihi ve kültürel gelişimlerini de farklı kılmaktadır. Çünkü  deniz kenarlarında, ovalarda, dağlık kesimlerde ve bozkırlarda yaşayanla-rın tarihi ve kültürel gelişimlerine yaşamış oldukları kültür çevresi büyük ölçüde etki etmiş ve etki  etmektedir.  Dolayısıyla  insanların  yaşamış  oldukları  çevrelerin  onlara sunmuş olduğu imkanlar birbirinden  farklıdır.  Bu  farklılığın  kültürlerine  yansımış  olması  gayet  doğaldır. Genel olarak bakıldığında deniz kenarlarında, yarımada ve adalarda yaşamış olanların haya-tında  denizcilik  ön plana çıkmıştır.  Bu  itibarla  sosyal, siyasî, iktisadî, dinî  açıdan  ve  sanat anlayışı  bakımından  bu  çevrelerde  yaşayan  insanlar  denizlerden  büyük ölçüde yararlanma yoluna gitmişlerdir.
           Nehir kenarlarında ve göl kenarlarında yaşayanların şehirleşmeye başlamaları ve yerle-şik kültürün temellerini atmaları, coğrafî şartların kendilerine sunmuş olduğu imkanla açıkla-nabilmektedir. Bu kapsamda yerleşik kültürlerden söz edilirken daha çok iklimin müsait oldu-ğu  nehir  kenarlarına  dikkat  çekilmektedir.  Mısır’da  Nil  Nehri kıyılarının ziraate el verişli olması  burada  yerleşik  hayatın  temellerinin  atılmasına da imkan vermiştir. Ziraatle uğraşan insanlar Nil Nehri’nin sularının taşıp çekilme zamanlarını öğrenmişler, özellikle firavunlar tarafından nehir sularının taşacağının bildirilmesi onları daha önemli bir konuma getirmiştir. Ayrıca kurak geçecek zamanlarda su depolamaya ihtiyaç duyulması öncelikle kap kacak yapı-mını ve su rezervuarlarının oluşturulmasını zorunlu hâle getirmiştir. Aynı zamanda takvim oluşturulması da bu gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
            Nehir kıyısında ziraatle geçiminitemin eden yerleşiklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İlk yerleşik kültürlerin yalnız Nil Nehri çevresinde ortaya çıkmadıkları başka kültür çevrele-rinde de görüldüğü anlaşılmış ve tespit edilmiştir.Bu kapsamda Dice ve Fırat nehirleri kıyısın-da da yerleşim birimlerinin oluşturulduğu ve eski yerleşik kültürlerin ortaya çıktığı görülmek-tedir. Bu çevrelerde yapılan araştırmalarda da yerleşik hayat süren insanların ayrı bir gelişme gösterdikleri tespit edilebilmiştir.Bu çevrede yazının icadı dahi başlıbaşına önemli bir gelişme olarak görülmektedir. Bu çevrelerin dışında da coğrafî şartlar insanların hayatlarını sürdürme-lerine farklı imkanlar sunmuştur. Zaten insanların hayatına ormanlık coğrafyalar, otlakların bol  bulunduğu  alanlar  ve  tarıma el verişli sahalar farklı şekillerde etki etmiştir. öncelikle bir kültürün oluşması ve gelişmesi çevre şartlarına bağlı görülmektedir. İkinci husus bulunduğu çevrede yaratıcı bir toplumun bulunmasına bağlıdır. Burada insan zeka ve iradesi devreye girmektedir. Üçüncü husus ise insanın bulunduğu çevre ile mücadele içinde olmasıdır. Bunlar gerçekleştiği takdirde belirli bir çevrede bir kültürün doğuşu ve gelişimi takip edilebilmekte-dir.  Kültürlerin  oluşumu  ve  gelişiminde  insanların  ihtiyaçlarının da büyük ölçüde etkisinin olduğu ifade edilmektedir.
            Bilim adamları yapmış oldukları araştırmalarda insanın ihtiyaçlarını önceliklerine ve önemine göre belirli bir sıraya koymuşlardır. Bu sıralamaya göre insanın fizyolojik ihtiyaçları birinci sırada, embiyeti ise ikinci sırada yer alır. Daha sonra sevgi, itibar ve kendini kanıtlama gibi özellikler sıralanmaktadır. Bu sıralamaya bakıldığında insanın fizyolojik ihtiyaçları en önemli  yeri  tutmaktadır.  Çünkü  insanın  su, gıda gibi beslenmeye yönelik ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla yaşanılan kültür çevresinin insanlara bu tür imkanı sunmaları gerekmektedir. Bu nedenle  insanlar  ve  onların oluşturduğu topluluklar temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kültür çevrelerini seçme ihtiyacı duymuşlardır. İnsanın karını doyurmaya yönelik faaliyetinin dışında kendini emniyette hissedebileceği, barınabileceği çevreler aradığı da dikkat çekici bir husustur. Dolayısıyla belirli bir kültürün başlangıç itibarıyla oluşup gelişebilmesinin iki temel şartı ortaya çıkmıştır. Bunlar gıda ve barınma şartlarının gerçekleştirilebildiği ortamlardır. İlk kültürlere bakıldığında bu şartların yerine getirilebildiği coğrafyalarda kültürler görülmektedir
            Bazı kültür çevrelerinde, belirli aralıklarla ilk kültürler görülürken bazı bölgelerde bu ilk kültürlere  rastlanmamaktadır. İşte insanın ihtiyaçları bağlamında ön plana çıkan bu ilk iki şartın yerine getirilebildiği çevrelerde kültür mevcut, şartların uygun olmadığı çevrelerde ise herhangi  bir  kültüre  rastlanmamaktadır.  Anadolu’ya  bakıldığında  en eski kültürlerin bütün Anadolu coğrafyasına yayılmış olması, kültürlerin bulunduğu yerlerininsanın temel ihtiyaçla-rına cevap verebilecek ölçüde olduğu görülmektedir. Oysa Mezopotamya’nın kuzeyinde eski kültürler görülmesine rağmen güneyinde görülmemektedir. Çünkü başlangıç itibarıyla Mezo-potamya’nın güneyi barınma şartları için el verişli değildir.Dolayısıyla mağra kültürleri olarak da tanımlanan kültürler yalnız engebeli arazilerde ortaya çıkmışlardır.
            İnsanlar tarafından oluşturulan kültürlere bakıldığında toplu olarak yaşamanın bir gereği olarak arkadaş edinme, kendine toplum içinde belirli bir yer bulma ve kendinde var olan özellikleri ortaya koyma, sonradan devreye girmektedir. İnsanlar başlangıçta oluşturduk-ları kültür çevrelerinin dışına taşmak suretiyle yeni kültür çevreleri de oluşturmaya başlamış-lardır. Yeni kültür çevrelerinin önceden var olan kültür çevrelerinden farklı üretimin ön plana çıkması şeklindedir. Ormanlık alanlardan insanların ovalara inmeleriyle birlikte yeni kültür tipinin temelinin atılmaya başladığı görülmektedir. İnsanlar büyük ölçüde fizyolojik ihtiyaçla-rını ziraate yönelmek suretiyle sağlamak durumuna gelebilmişlerdir. Ancak onlar için ziraate yönelmek ve hatta bununla bağlantılı yerleşik hayata geçmek yeterli olmamıştır. Bu çerçevede oluşturdukları yerleşim birimlerinin etrafını surla çevirmeye başladıkları görülmektedir. Hatta bir şehrin etrafını çeviren surların sağlamlığı o şehrin ya da krallığın bağımsızlığının varlığıy-la açıklanabilir. Bu itibarla yerleşik  insanın da kendini emniyette görmek ve güvenliğini sağlamak adına savunma sistemlerine büyük ölçüde önem verildiği anlaşılmaktadır. Zaten herhangi bir yere yerleşilmiş olması kültürün varlığını koruması adına savunmayı zorunlu hâle getirmiştir. Bu savunma sistemleri ilk yerleşim merkezlerinden başlamak üzere daha son-raki süreçte hep geliştirilerek devam ettirilmiştir. Yerleşik hayata imkan veren kültür çevrele-rinin dışında oluşan yeni bir takım kültürlere bakıldığında orada da bir takım değişikliğin olduğu   anlaşılabilmektedir.  Avcılık ve toplayıcılıktan hayvan besleyiciliğine, özellikle at yetiştiriciliğine   geçilen  çevrelerde,  kültürde  bir  dinamizme  rastlanılmaktadır.  Atın  binek hayvanı  olarak  kullanılması ve sürat kavramının ortaya çıkması kültürü hareketli hâle getire-bildiği gibi ona bir yaygınlık vasfı da kazandırmıştır.Bu nedenle bu kültürün savunmaya değil yayılmaya yönelik olarak geliştiği anlaşılabilmektedir. Çünkü yerleşiklik adına coğrafyada bir sabitlikten  söz  etmek  mümkün  olmamaktadır.  Herhangi  bir  tehlike  söz konusu olduğunda savunma tedbirleri daha geniş alanlar dikkate alınmak suretiyle ortaya konulmuştur.
 
            ARKEOLOJİK KAYNAKLAR: İnsanlık tarihine bakıldığında insanlar tarafından yazı sistemlerinin  kullanılmaya  başladığı  dönemler  öncesi  için  arkeolojik kaynaklar ön plana çıkmaktadır. Prehistorik devirler olarak da adlandırılan bu dönemler yalnız arkeolojik kalıntı ve buluntularla aydınlatılabilmektedirler. Bu kaynaklar sayesinde bir toplumun sosyal, iktisadî dinî, askerî yapıları ve sanat anlayışları aydınlatılabildiği gibi, yaşanılan kültür coğrafyasına ait bir takım bilgiler de ortaya çıkartılabilmektedir. Özellikle arkeolojinin bir kolu olarak orta-ya çıkan iktisadî arkeoloji kazılar sonucunda tespit edilen gıda artıklarından hareketle o dönemde yaşayan insanların neyle beslendikleri, geçim kaynaklarının ne olduğu sorusuna cevap aramış ve aramaktadır. Bu kapsamda arkeolojik merkezlerden ortaya çıkartılmış olan bu  tür  kalıntıların  analizleri  ve belirli bir sınıflamaya tabi tutulması sonucunda o kültür coğ-rafyasında var olanların tespit ve tayini mümkün olabilmektedir.Arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılmış olan hayvanlara ait kalıntılar, bitki tohum ve kalıntıları o kültür çevresinde var olan hayvan türlerinin ve bitki türlerinin tespitine imkan vermektedir. Hatta hayvanlara ait kalıntıların yoğunluğu ve türleri o kültür çevresinde var olan hayvan türlerinden beslenen ve avlananları  da  ayırt  etmeyi  mümkün  kılabilmektedir.  Belirli bir çevrede bol miktarda at kemiklerine rastlanılmış olması atın beslendiği gibi, yaygın olarak kullanıldığını gösterir. Hatta modern araştırmalarla belirli kültür çevrelerinden ortaya çıkartılmış olan örneklerin bir araya getirilmesi suretiyle o kültür çevresinde söz konusu dönemde yoğunlukları da ortaya konulmakta, hatta bunlar belirli bir sıralamaya da tabi tutulmaktadırlar.
            Bir takım bitki kalıntılarının ortaya çıkartılmış olması hangi bitki türlerinin o kültür çevresinde yetiştiğini ya da yetiştirildiğini de ortaya koymaktadır.Dolayısıyla belirli bir kültür çevresinin hayvanlar ve bitkiler alemi hakkında arkeolojik verilere göre bilgi sahibi olunabil-mektedir.Ayrıca belirli bir kültür çevresinin yer altı zenginliklerinin tespiti de insanlar tarafın-dan yapılmış olan malzemenin değerlendirilmesiyle açıklanabilmektedir. Bu kapsamda belirli bir dönemde belirli bir kültür coğrafyasında hangi maden türlerinin bulunduğunu anlayabil-mekte, arkeolojik buluntular sayesinde mümkün olabilmektedir. Bazı durumlarda ticarî faali-yetler sonucunda kıymetli taş ya da madenlerin, kültür coğrafyasının farklılığının hesaba katılması gerekmektedir.İnsanlar tarafından kullanılmış olan taş malzemede o kültür çevresin-de hangi tür taşların var olduğunu göstermek bakımından önem taşımaktadır. Bütün bu arkeo-lojik  verilere  bakıldığında  belirli  bir  kültür coğrafyasının belirli bir dönemde yer altı ve yer üstü zenginliklerinin tespiti mümkün olmaktadır. Ayrıca arkeolojik kalıntılara bakılmak sureti ile kültür tipi hakkında da bir fikir ortaya atılabilmektedir. Kazılardan ele geçirilmiş olan ağaç kütüklerinin incelenmesi sonucunda o ağacın nasıl bir ortamda yetiştiği ve o çevrenin iklimi hakkında da bilgi sahibi olunabilmektedir.
 
           YAZILI KAYNAKLAR: Tarihî coğrafyaya dair en kaydadeğer bilgilere yazılı kaynak-larda rastlanılmaktadır. Belirli kültür coğrafyalarında yazı sistemlerinin kullanılmaya başlan-ması  ile  yazılı  belgelerde  tarihî  coğrafyaya  dair bazı bilgiler tespit edilebilmiştir. Ancak bu bilgiler doğrudan tarihî coğrafyaya dair açıklayıcı bilgiler değillerdir. Örneğin Mezopotamya-nın güneyinde Sumerliler tarafından icad edilmiş ve kullanılmış çivi yazılı belgelerde belirli kültür coğrafyalarının ve yerleşim birimlerinin isimleri geçmektedir. Bu kapsamda dağ, nehir ve şehir isimleri bu belgelerden öğrenilebilmektedir. Ancak buraların nereler olduğu hususun-da açıklayıcı herhangi bir bilgi mevcut değildir. Aynı şekilde bir takım bitki türleri ve hayvan-ların  isimleriyle  maden  isimleri  de çivi yazılı belgelerde yer almaktadır. Anadolu’nun tarihî devirlere girmesi ile birlikte de Asurca belgelerde coğrafyaya ve yerleşim birimlerine dair isimlere rastlanılmaktadır. Ancak bu yerleşim birimlerinin nereler olduğu halâ çalışma konu-sudur.Dolayısıyla bunların lokalizasyonu çalışması mevcut bilgiler ışığında sürdürülmektedir.
          Hititlere ait çivi yazılı belgelerde de özellikle Anadolu’nun tarihî coğrafyasına dair bazı bilgiler yer almaktadır. Bu kapsamda belirli merkezler o kültür coğrafyasında mevcut bitkiler, hayvanlar  ve  yer altı kaynakları hakkında bilgi sahibi olunabilmektedir. Aynı şekilde Urartu-lulara  ait  çivi  yazılı  belgelerde de tarihî coğrafyaya dair bir takım bilgiler mevcuttur. Ancak bu  belgelerde  ayrıntılı  bir  şekilde  bilgi  sahibi olmaya imkan vermemektedir. Daha ayrıntılı bilgiler klasik döneme ait kaynaklarda geçmektedir. Bu itibarla M.Ö 5. yüzyıldan başlamak üzere ortaya çıkan yazılı belgelerde tarihî coğrafyaya dair ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Bu kapsamda antik kaynaklar ve bu kaynaklardaki bilgiler tarihî coğrafya araştırmalarında önem-li bir yer tutmaktadır. Öncelikle kaydadeğer bilgilere Heredotos’un Historia adlı kitabında rastlanılmaktadır. Bu eserde coğrafyaya dair önemli bilgiler verildiğinden eserin bir coğrafya kitabı olma özelliği de vardır. Heredotos’un tarihî coğrafyaya dair verdiği bilgilerden önce biraz kimliği üzerinde durabiliriz. O; Halikarnasos, bugünki adıyla Bodrum’da doğmuştur. M.Ö 485-424 yılları arasında yaşamıştır. Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Yunanistan ve Kara-deniz’in kuzeyini dolaşmş, dolaştığı bu kültür coğrafyaları hakkında kaydadeğer bilgiler ver-miştir.  Kitabının  asıl konusu M.Ö 490 - 479 yılları arasında gerçekleşen Pers-Grek savaşları olmasına rağmen  tarihî coğrafyaya dair de vermiş olduğu bilgiler kitabının bir coğrafya kitabı olarak kabul edilmesine de zemin hazırlamıştır.Heredotos öncelikle Mısır’ın tarihî coğrafyası-na dair kaydadeğer bilgiler vermektedir. Mısır’ın nasıl oluştuğundan söz etmektedir. Onun belirttiğine göre Mısır toprağının belirli bir kısmı sulardan kazanılmıştır.Nil Nehri’nin taşıdığı topraklarla deniz dolmuştur. Nil Nehri Anadolu’da Troia, Efesos ve Menderes Ovası’nda top-rakların denizden kazandığı gibi Mısır’da da aynı gelişmelere yol açmıştır. Ancak diğer kültür coğrafyalarında bulunan ve bir ağzı bulunan nehirlerin beş ağzı olan Nil Nehri ile boy ölçüşe-bilmeleri mümkün değildir. Heredotos  Mısır’ın yanında Erytheria adı verilen denizi oluşturan bir körfezden de söz etmektedir. Bu körfezin uzunluğu kayıkla 40 gün sürmektedir. Genişliği ise en geniş yerinde kayıkla yarım gündür. Ayrıca bu körfeze ters yönde giden başka bir körfez de bulunmaktadır.Mısır’ın toprağı Nil Nehri’nin getirmiş olduğu alüvyonlardan oluştu-ğundan kara ve yumuşak bir topraktır.   Bu toprak Nil’ in taşma zamanlarında etrafa da yayılmaktadır. Libya’ nın toprağı ise kırmızımtrak olup üzeri bir kum tabakasıyla kaplıdır. Suriye ve Arabistan’ın toprağı ise killi olup alt kısmı kayalıktır. Heredotos Nil Nehri’nin sula-rının kışın değil de yazın taşması üzerine bir takım görüşlere yer verdikten sonra kendi görü-şünü de ortaya koymaktadır. En azından M.Ö 5. yüzyılın ortalarında Nil Nehri’nin sularının diğer nehirlerin aksine neden yaz boyunca taştığı sorusu gündeme getirilmek suretiyle tartış-ma  konusu  yapılmıştır.  O, bu hususta bilgi toplamaya çalışmıştır. Heredotos Nil Nehri’nin sularının yazın taşmasıyla ilgili olarak üç görüşten söz etmektedir.
            Bunlardan birincisi Etesios rüzgarı, ikincisi Okeanos ve üçüncüsü karların yağmasıdır. Birincisinde Etesios rüzgarının Nil Nehri’nin akış yönüne ters istikamette esmesi sonucunda nehrin suları taşmaktadır, denilmektedir. Oysa Nil Nehri’nin sularının bu rüzgar esmeden önce de taştığı görülmüştür. Hatta başka kültür coğrafyalarında akan nehirlere karşı da Etesios rüzgarının estiği bilinmektedir. Daha az suları olan nehirlerin Etesios rüzgarından etkilenmesi söz konusu olmazken daha çok suyu olan ve kuvvetli Nil Nehri’nin Etesios rüzgarlarından etkilenmesi söz konusu olamaz.
            Nil Nehri kaynağını Okeanos’tan almaktadır. Okeanos ise dünyanın etrafını çevrele-mektedir.  Bu  görüşünde  isabetsiz  olduğu,  böyle bir nehrin bulunmadığı ve bunun ilk kez Homeros tarfından ortaya konulmuş bir isim olduğu ifade edilmiştir.
            Üçüncü görüş olarak karların yağmasından söz edilmekte ancak Libya’dan doğan Etiyopya’ dan geçen bu nehrin geçmiş olduğu kültür coğrafyalarının sıcak bölgeler olduğu dolayısıyla herhangi bir kar yağışı ve bunun erimesinden söz edilemeyeceği vurgulanmaktadır Hatta bu kültür coğrafyasının sıcaklığının bölgede yaşayan insanların tenlerinin siyaha çalar renkte  olması  çaylak gibi kuş türlerinin yaz kış bölgeden ayrılmaması ve İskit ülkelerinin soğuklarından  kaçan  turnaların kışı bu çevrede geçirmeleri gösterilmektedir. Hatta kar yağışı olan bölgelerde beş gün içerisinde yağmurun yağması gerektiği, dolayısıyla böyle bir yağışın olmadığı da ortaya konulmaktadır. Nihaî olarak Heredotos, Nil Nehri’nin kışın sularının azal-masını güneşe bağlamaktadır. Onun belirttiğine göre güneş kışın dönencesinden dönerek Nil Nehri’nin geçtiği kültür coğrafayasına iyice yaklaşmakta, Nil’in sularını çekmektedir. Başka kültür coğrafyalarında güneşin yazın yaptığı etki Nil çevresinde kışın olmaktadır. Bundan do-layı başka kültür coğrafyalarının aksine Nil Nehri’nin suları kışın azalmaktadır.
            Heredotos İskit ülkesinin tarihî coğrafyasına dair de önemli bilgiler vermektedir. Onun bildirdiğine göre İskit ülkesi kare plânlı, ovalardan oluşan bir sahadır. Bu ovalardan nehirler geçer ve ovaları sular. Ovalar, geniş otlak alanlardır. Burada kış çok çetin geçer. Ateş yakılsa çamur olur, su döküldüğünde donar.Denizin donduğu da bilinmektedir. İskitler savaş sırasında hendeğin bir tarafından öbür tarafına buz üstünde geçmişlerdir. Burada sekiz ay kış olur. Dört ay ise belirsiz bir iklim söz konusudur. Bu çevreye kışın hiç yağmur yağmaz. Yazın ise bol miktarda  yağmur  yağar.  Kışın yıldırım düşse mucize gibi karşılanır. Yazın ise bol miktarda yıldırım düşer. Bu bölgede yaz - kış hiç deprem olmaz. Burada atlar soğuğa karşı dayanırlar. Katır  ve  eşekler  soğuğa  dayanamazlar.  Oysa başka kültür coğrafyalarında katır ve eşekler soğuğa dayanırken atlar soğuktan ölürler. Bölgede yaşayan öküzlerin boynuzları da fazla çıkmaz ya da geç çıkar. Bunun nedeni de soğuklardır.
           Heredotos, Asur ülkesi hakkında da önemli bilgiler vermektedir. Onun belirttiğine göre burası ziraat açısından elverişli bir kültür coğrafyasıdır. Adı geçen yerde yağmur dönemi kısadır.Dolayısıyla bitkilerin kökü susuz kalır. Burada akan nehirler Nil Nehri gibi taşıp ekile-bilir alanları sulamazlar. Bu nedenle sulama insan eliyle yapılır. Fırat Nehri’nden Dicle Nehri-ne doğru güneşin doğuş yönü istikametinde kanallar açılmıştır. Bu kanallar vasıtasıyla sulama boruları oluşturulmuş ve sulama insan eliyle böyle gerçekleştirilmiştir. Kanalların büyüklerin-de  gemiler  hareket edebilecek şekildedir. Burada en çok Demeter ürünleri yetişir. Bu verimli topraklarda hububat 1’e 200 hatta bereketli yıllarda 1’e 300 verir. Arpa ve buğday yaprakları-nın genişliği dört parmağı bulur. Burada, bizde olduğu gibi incir, üzüm, zeytin yetişmez; darı ve  susam  yetişir.  Bizim için zeytinin yağı ne kadar önemliyse burası için susamın yağı çok önemlidir.  Burada palmiye ağaçları da bulunmaktadır. Bunların yemişleri de mevcuttur. Bu yemişler, bu çevrede yoğun olarak değerlendirilmektedir.
 
            ERATOSTHENES: Eskiçağ’ın önemli coğrafyacılarından biri de Eratosthenes’tir. Bu coğrafyacı uzun yıllar İskenderiye kütüphanesinde görev yapmıştır.Aynı zamanda matematik-çi, tarihçi, filozof ve edebiyat eleştirmenidir. Bu şahıs ilk kez dünyanın çevresini dakik bir şekilde ölçmüştür. Öncelikle yazın güneşin Asuvan’a dik olarak indiğini belirlemiştir. İsken-deriye ile Asuvan arasındaki mesafenin 5000 stadia olduğunu tespit etmiştir. (1 stadion 180m) Bulmuş olduğu açının dünyanın çevresinin ellide biri olduğunu belirlemiş, buradan ise dünya-nın  çevresini  belirleyebilmiştir. Eratosthenes enlem ve boylamları da ilk kez kaba bir şekilde tespit etmiştir. Onun “Kronographia” adlı, günümüze gelmeyen bir eserinden de söz edilmek-tedir. Bu eserinde Grek tarihinin kronolojisi üzerinde durmuş ve olayları belirli bir sıraya göre vermeye çalışmıştır. Eratosthenes ve eserlerinden Strabon bahsetmektedir. Özellikle Strabon-un birinci kitabında kendisinden önce yaşamış antik yazarlardan ve onların eserlerinden de söz  edilmektedir.  Bu vesileyle günümüze eserleri ulaşmamış yazarlar ve eserlerinde nelerden söz edildiği de bir ölçüde açıklığa kavuşturulabilmektedir.
 
        HİPOKRATES’İN İSKİT ÜLKESİ VE İSKİTLERE DAİR VERDİĞİ BİLGİLER
             Avrupa’da İskit bodunu bulunur. Azak Denizi çevresinde otururlar, diğer bodunlardan farklıdırlar.Bunların kadınları genç kız iken ata biner, ok atar, at üstünde kargı savurur ve düş-man ile savaşır.Üç düşman öldürmedikçe evlenmezler; töre gereğince hayvan kurban etmeden kocaları ile aynı evde oturmazlar. Bir kız kocaya  varınca,  genel  bir  seferberlik  zorunluluğu ortaya çıkmadıkça ata binmeyi bırakır. Sağ  memeleri  yoktur.  Daha  çocuk  iken anaları bu iş için yapılmış tunçtan bir aracı kızdırıp sağ memeye bastırarak dağlar, böylece memenin büyü-mesini  önler. Bütün güç kuvvet sağ omuzla sağ kola kalır. Diğer İskitlerin görüşlerine gelince hepsi  birbirine  benzer, başka soylara hiç benzemezler; bu söz İskitlerin soğuktan, Mısırlıların sıcaktan  kavrulduğunu  saymazsak  Mısırlılar için de geçerlidir. İskit bozkırı denen yer çıplak otlarla kaplı oldukça sulak bir düzlüktür. Ovalardan  su  çeken oldukça büyük ırmaklar vardır. Burada  göçebe  denen  İskitler  yurt  tutar.  Bu  ad  evleri  olmayıp arabalarda yaşadıklarından verilmiştir. Bu arabaların küçükleri dört tekerlekli diğerleri altı tekerleklidir. Arabanın dört bir yanı  üstü  keçe  ile  kaplıdır. Kimi  iki  kimi  üç  odacıklı  evcik  olacak  biçimde  yapılmıştır. Yağmura kara ve yele karşı korunaklıdır. Arabaları iki ya da  üç  çift  boynuzsuz  öküz  çeker. Soğuk  yüzünden boynuz çıkmaz. Bu arabalarda kadınlar  çocuklarla  birlikte  yaşar.  Erkekler ise  at  üstünde  onlara  eşlik  eder, erkekleri de koyun sürüleri, sığırlar ve atlar izler. Bir yerde hayvanlarına  ot  bulabildikleri sürece kalırlar. Sonra başka yerlere göçerler. Pişmiş etle besle-nir, kısrak sütü içerler. Kısrak  sütünden yapılan bir çeşit peynir yerler. İskitlerin alışkanlıkları ve töreleri böyledir.Mevsimlere ve dış görünüşlerine gelince Mısırlılar gibi birbirlerine benze-yip diğer insanlardan çokça ayrıdırlar. Üretken bir soy değillerdir. Ülkelerinde yaşayan yaban hayvanları  küçük  ve  azdır.  Çünkü  ülkeleri  Ripai  Dağları  eteklerindedir. Güneş ancak yaz günlerinde onlara en yakın noktaya gelir. O zamanda  kısa  bir  süre  ısıtır.  Sıcak  bölgelerden esen  yel  oralara  nadiren  gücünü  yitirmiş olarak ulaşır. Kutuptan hep kardan, buzdan birçok sudan ötürü soğuk bir yel eser, dağlar hiç yelsiz kalmaz.Bu yüzden dağlarda barınılamaz. Yurt tuttukları ovaları gün boyunca yoğun bir sisle kaplıdır. Öyle  ki sürekli kış hüküm sürer, yazın sıcak günler pek azdır. Çünkü bu  düzlükler  yüksek  ve  çoraktır.  Dağlarla  çevrelenmemiştir. Kuzeye doğru yükselirler. Yaban hayvanları toprak altında saklanmaya imkan verecek büyük-lüktedir. Sıcaklığın, dulda yerlerin olmayışı toprağın kıraçlığı ile kış, engel oluşturur. Mevsim değişiklikleri  büyük değildir, ne de şiddetlidir. Mevsimler birbirine benzer, pek az değişikliğe uğrar. Bundan  ötürü  görünüşleri  birbirine benzer. Yaz – kış aynı biçimde yer, giyinir, yoğun nemli bir hava soğuyarak buzdan, kardan  çıkma  su içerler. Zahmete katlanmaktan kaçınırlar, güçlü  hava  değişikliği  olmadan bedenleri de canları da  zora  gelmez. Bundan  ötürü  onların görünüşleri kunt, etli  eklemleri  belli  belirsiz nemli, gevşektir. Bağırsakları son derece nemli, aşağı  doğru  iyice  yağlıdır.  Böylesi  bir  ülkede  bu  yapıda  insanlarda  midenin su kaybedip toplanması imkanı yoktur. Bu tıknazlık ve kılsızlıktan ötürü,  biçimce  birbirlerine  yani  erkek erkeğe,  kadın kadına benzer. Bedenlerinin son derece nemli oluşunun kanıtını aktarmak gere-kir ise: göçebe  İskitlerin  hemen hepsi omuzlarını, kollarını, göğüslerini, kalçalarını, bellerini, başka  bir  şey  yüzünden  değil  yapılarının  nemli  gevşek  oluşu  yüzünden  dağlar. Yoksa ne okçular yay gerebilir, ne de kargıcılar nem ile gevşeklik yüzünden omuzdan  kargı savurabilir. Dağlarlarsa nemin büyük bölümü eklemlerden çıkar ve kurur. Beden daha dinç, daha besili ve daha  sıkılı  olur.  Bedenleri  kanca  gibi bükük, tıknazdır. Mısır’daki gibi çocukları kundakla-mazlar.  Ata  bindiklerinden atı eğeri üstünde düzgün oturmak için böyle bir alışkıyı benimse-memişlerdir.  Diğer  bir  neden de oturarak geçirdikleri yaşamlarıdır. Çünkü oğlanlar ata bine-siye,  vaktin  çoğunu  arabada  geçirir.  Yolda  olmaktan  yürümeye pek nadir ihtiyaç duyarlar. Kızları ise ablak suratlı ve uyuşuktur. İskit soyu güneşin  bütün gücüyle görünmesinden değil, soğuktan ötürü tunç renklidir. Ak tenleri, soğuk hava yakıp kızıla  çevirir.  Onlar hep pantolon giyerler, zamanın büyük bölümünü at sırtında geçirirler.
 
Sağlıklı Yer Seçimi:   Şehirleşme adına yer seçimi şehirleşmenin başlangıcına kadar uzanmaktadır. Özellikle neolitik olarak tabir edilen yenitaş devrinden başlamak üzere şehircilikte belirli bir gelişmenin olduğu görülmektedir. Başlangıçta seçilen yerleşim alanları-nın insanların gıda ihtiyacını karşılamasına ve aynı zamanda kendilerini emniyette göreceği şekilde bir yer olmasına imkan verecek şartlar aranmıştır. Şüphesiz yerleşim alanının doğal korunaklarının yeterli olmaması savunmaya yönelik çalışmaların başlamasına da temin olmuştur. Bu gelişmeler, uzun zaman dilimi içerisinde devam etmiş, miladî yıllara ulaşıldığın-da şehirlerin nasıl bir yere yapılmaları ve bu hususta nelere dikkat edilmesi konusunda belirli birikime ulaşılmıştır. Dolayısıyla şehirler için sağlıklı yer seçimi, surların inşaası, cadde ve sokakların yapımları, idarî, dinî ve özel yapıların inşaaları hususunda kaydadeğer bilgiler verilmeye başlanmıştır.
Bu hususta bilgi veren, antik yazarlardan Vitruvius’tur. Kendisi M.Ö I.yüzyılda yaşamıştır. Mimar olarak görev yapmıştır, özellikle su kemerlerinin yapımında görev almıştır. (Agvadukt-Su kemeri) Vitruvius zamanına kadar kazanılmış birikimleri de dikkate almak suretiyle şehircilikle ilgili kaydadeğer bilgiler verilmektedir. Öncelikle şehrin kurulacağı yerin seçimine dikkat edilmelidir. Bu yer güvenli olmalı, güneş almalı, bataklık araziden uzak olmalıdır. Bataklık arazi şehir hayatını olumsuz yönde etkilemektedir. Şehirler kurulurken ticaret yollarının kesişme yerlerinde olmasına, aynı zamanda nehir ve göl kenarlarına kurulmalarına itina gösterilmelidir. Diğer taraftan deniz ticaretinden yararlanmak için şehirlerin denizle bağlantılarının olması da gerekmektedir. Şehirler insanların yararlanabileceği arazinin yakınında olmalıdırlar. Aynı şekilde hayvanları otlatabilecekleri araziler de yerleşim biriminin yakınında bulunmalıdır. Böylece şehir için en elverişli arazi seçimi yapılmaktadır.
Şehirlerin surlarının yapımında da surların geçeceği yerler önceden belirlenmeli ve bunlar savunmaya yönelik olarak yapılmalıdırlar. Onarlın ileriye doğru çıkıntı yapan duvarla-rına dikkat edilmelidir. Bu duvarlar şehri savunmaya değil, düşmana hizmet edebilir. Sur duvarlarının üst kısımlarında karşılıklı iki kişi geçebilmelidir. Surların dış kısmında ise çok köşeli ve yuvarlak olmak üzere kuleler inşaa edilmektedir. Bu kulelerden yuvarlak olanların sağlamlığına dikkat çekilmektedir. Çünkü bu yuvarlak kulelerin taşları bir kama şeklinde dıştan içe doğru yerleştirildiğinde daha sağlam olmaktadırlar. Şehrin surlarının geçeceği yerlerde arazi durumuna dikkat edilmelidir. Ayrıca kulelerin arasındaki mesafe bir ok atımı mesafesi olmalıdır. Cadde ve sokakların yapımlarında rüzgarın esiş yönüne dikkat edilmelidir. Çünkü bazı rüzgarlar zararlı rüzgarlardır. Buna dikkat edilirse rüzgarların zararlı etkilerinden büyük ölçüde kurtulunabilir.
Şehrin içerisinde yapılacak yapıların nerelere kurulması gerektiği de ifade edilmektedir. Özellikle depoların yapılacağı yerlerin güneş almayan yerler olması ve kuzeye doğru yönlendirilmeleri üzerinde durulmaktadır. Böylece daha serin bir yer seçilmiş olmaktadır.
Tiyatro için yer seçiminde ise bir dağ ya da tepenin yamacının uygun olacağı, böylece izleyenlerin birbirlerinin görüşünü kapatmayacağı ifade edilmektedir. Ayrıca pazar yerinin merkezî bir yerde bulunması üzerinde durulmaktadır. Tapınak türü yapıların ise daha çok, sıcak olabilecek yerlerde bulunması önerilmektedir. Aynı şekilde Gymnazyum’un yapılacağı yerin seçimine de dikkat çekilmektedir. Şehirde hamamın yapılacağı yerin de özel olarak seçilmesi de önerilmektedir. Özel yapılar için de arazinin durumuna göre yapılmaları, yönlerinin arazinin özelliklerine göre uydurulmasına da dikkat çekilmektedir.
Verilen bu bilgilere bakıldığında “Bir şehir nasıl kurulmalıdır? Savunma sistemleri nasıl yapılmalıdır? Özel ve resmî binalar nasıl inşaa edilmelidir?” sorularına cevap bulabil-mek mümkündür.
 
            Şehrin Karakteri ve Kuruluşu:   Greklerde şehir ve devlet iç içe girmiş kavramlardı. Şehre polis adı verilmekteydi. Bu isim aynı zamanda şehir devleti için kullanılıyordu. Şehre belde anlamında asti denilmekteydi. Köyler için ise kome tabiri kullanılıyordu. Köyler etrafı surlarla çevrili ya da açık küçük yerleşim birimleriydi. Şehir devletleri ise daha çok doğal sınırlara dayanan köylerin bir araya gelmesinden oluşmuş bir yapı oluşturmaktaydılar. Bu şehir devletleri dor göçlerinden sonra ortaya çıkmışlardı. Başlangıçta bu şehir devletlerinin başında Basileos adı verilen liderler bulunuyordu. Bunlar siyasî, hukukî, askerî ve dinî yetkileri üzerlerinde toplamışlardı. Güçlerini tanrıdan almaktaydılar. Zamanla bu liderlerin siyasî ve hukukî yetkileri alınmış, belirli bir süre askerî ve dinî yetkileri devam etmiştir. Daha sonra sonra askerî yetkilerinin de alınmasıyla yalnız dinî lider olarak görevlerini sürdürmüşlerdir. Bu gelişmeler sonucunda şehir devleti yönetiminde bir yıl süreyle görev yapan memurların seçimi yoluna da gidildiği bilinmektedir. Bir ölçüde devlet soyluların devleti idi. Aristo’ya göre aristokrasi en iyinin idaresi idi. Şehir devletinin yönetiminde aristokrasi, oligarşi, tiranlık ve demokrasi safhaları yaşanmıştır. Şehirlerin kuruluşları da birbirinden farklılık göstermektedir. Bir çok şehir, tunç devri yerleşmelerinin bir devamı şeklindedirler. Bir kısmı ise göçler sonucunda kurulmuşlardır. Şehirlerin kuruluşlarında bazı köyler bir araya gelmek suretiyle içlerinden birini seçerek onu geliştirmek, şehir haline getirmektedirler. Diğer bir yöntem ise şehir oluşturmayı planlayan köylerin boş bir alanı seçmek suretiyle orada şehrin temelini atma yoluna gittikleri dikkat çekmektedir.
            Göçler sonucunda ortaya çıkan şehirlere bakıldığında M.Ö 12. yüzyıldan sonra Akdeniz ve Ege Denizi çevresinde şehirlerin kurulmuş oldukları anlaşılabilmektedir. Aynı şekilde M.Ö 8-6. yüzyıllar arasında da Akdeniz, Ege Denizi ve Karadeniz’de bir takım şehirlerin kurulduğu bilinmektedir. Şehirlerin bir başka kuruluş nedeni de göçler sonrasında hakimiyeti pekiştirme düşüncesidir. Özellikle M.Ö 4. yüzyılda Büyük İskender ve daha sonraki süreçte hakimiyeti geliştirmek için ele geçirilen kültür coğrafyalarına şehirler kurulmuştur. Şehirlerin asıl amaçları ekonomik olarak kendi kendine yetmekti. Bu kapsamda ekin, bağ, zeytin ve hayvancılık ön plana çıkmıştı. Şehir; çarşı, resmî binalar, mahalleler ve sanayiden ibaretti. Sanayinin demircilik ve çömlekçilik olmak üzere iki ana kolu vardı. Şehirlerin isimleri incelendiğinde bir kısmının Grek öncesi yerleşmeler olduğu anlaşılabil-mektedir. Bu yerleşmelerin sonlarının –nd, -nt, -ss, -os ile bittiği anlaşılmaktadır. Örneğin Alinda, Labranda, Knosos, Korinthosus. Grekler zamanında kurulan şehirler ise nehir, göl, dere, pınar gibi yerlerden isimlerini almışlardır. Ayrıca bu yerleşmelere tanrı ve kahraman isimlerinin verildiği de bilinmektedir.
            Özellikle M.Ö 8.-6. yüzyıllar arasında kurulan şehirlerde şehir kurulurken bir tanrının iznine bağlı olarak ve kurban kesmek suretiyle şehrin temelini atma geleneği yerleşmeye başlamıştır. Bu anlayış daha sonraki dönemlerde devam etmiştir. şehirler bazı durumlarda çifte şehir şeklinde de oluşup gelişmişlerdir. Özellikle kıyı şehirleri arasında bu tür örnekler yer almaktadır. Ekonomik ya da stratejik nedenlerle kıyıdan birkaç kilometre içeri kurulmuş şehirlerin olduğu bilinmektedir. Bu şehirlerin zamanla limana ihtiyaç duyduğu anlaşılmakta-dır. Bu ihtiyaçtan dolayı ikinci bir şehir de oluşturulmuştur. Ancak bu ikinci şehre çoğu zaman herhangi bir isim verilmediği ve liman olarak anıldığı dikkati çekmektedir.
            Şehirler kurulmuş oldukları kültür coğrafyalarına göre birbirnden farklılık göstermek-teydiler. Bunlar; tepe, tepe eteği, ova ve kıyı şehirleri olmak üzere dört kısıma ayrılıyordu. Tepe şehirleri dağlık arazilerde kurulmuş şehirlerdi. Burada ovaya hakim bir tepe şehrin kuruluşu için seçilmişti. Bu tepe şehirlerine akropolis denilmekteydi. Aynı zamanda akropolis ulaşılması zor, sarp bir kale konumundaydı. Tepe eteği şehirleri ise, tepenin ovaya bakan tarafına kurulmuş şehirlerdir. Herodotos, tepe eteği şehirleri için “tepenin etrafını bir araba tekerleği şeklinde çevirmektedir” tabirini kullanmıştır. Ova şehirleri ise düzlük alanlara kurulmuş şehirlerdir. Kıyı şehirleri, deniz kenarlarında kurulmuş şehirler olarak bilinmekte-dirler. Bu kıyı şehirlerinin kuruluşları denizciliğin ve deniz ticaretinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda bu şehirleri M.Ö 12. yüzyıldan itibaren kurulan şehirler, M.Ö 8-6. yüzyıllar arasında kurulan şehirler ve M.Ö 4. yüzyıldan itibaren kurulmaya başlanan şehirler olarak gruplandırabilmek mümkündür.
 
            Şehrin Unsurları: Grek dünyasında sosyal, siyasî, iktisadî, dinî, askerî ve özel olmak üzere çeşitli yapılar mevcuttu. Bu yapılar şehir halkının bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde düşünülmüşlerdi. Şehrin en önemli unsurlarından biri agora idi. Şehir halkı için agoranın hayatî bir önemi vardı. Bu yapı şehrin merkezinde yer alıyordu. Planı şehrin topoğrafyasına göre farklılık göstermekteydi. Bazı durumlarda düzensiz plana sahipti. Bazı durumlarda ise dikdörtgen planı vardı. Şehirde bütün yollar agoraya açılmaktaydı. Agorada çeşmeler, yazıtlar, sunaklar, kahramanların heykelleri ve şehrin efsanevî kurucusunun mezarı bulunuyordu. Agoralarda en önemli unsur, stoalardı. Stoalar, agoraya gelen insanları yazın güneşten, kışın yağıştan koruyan üstü kapalı, arka taraflarında birer oda ya da dükkan bulunan yapılardı. Bunlar agoranın etrafını çevirmekteydiler. Aynı zamanda onun sınırlarını oluşturuyorlardı.
            Agoralar şehrin merkezinde olduklarından ve bütün yollar da oraya açıldığından bir takım uzaklık ölçüleri agora esas alınmak suretiyle gerçekleştiriliyordu. Örneğin Atina agora-sındaki 12 Tanrı Sunak’ından ölçümler yapılmaktaydı. Burası sıfır noktası olarak kabul edilmişti. Agora, karanlık devirlerde toplantı ve toplanılan yer anlamına gelmekteydi. Homeros tarafından da agora ismi bu şekilde kullanılmıştı. Sonradan ise alışveriş ve ticaret merkezi haline dönüştüğü bilinmektedir. Agorada ya da yanında resmî binalar da bulunmak-taydı. Bunlar, bule ve piritaneion idi. Bule, konseyin toplanmış olduğu binaydı. Devlet işleri buradan yönetiliyordu. Piritaneion ise piritaneis’in yani konseyin icra komitesinin toplandığı, yemek yediği, misafirleri ağırladığı ve ziyafet verdiği yerdi.
            Greklerde tapınaklar da önemli bir yer tutmaktaydı. Bunlar tek başına yapılabildikleri gibi küme halinde de yapılabiliyordu. Tapınaklar, temenos adı verilen bir alan üzerinde kurul-muşlardı. Temenos, etrafı duvarlarla çevrili tapınak alanı idi. Duvar olmadığı zaman belirli taşlar konulmak suretiyle tapınağın sınırları belli ediliyordu. Bu itibarla temenos, kutsal alan idi.Tapınaklar tek, çift ya da üç bölümlü olabiliyorlardı. Tanrı ya da tanrıça heykelleri ana bölüme konuluyordu. Genelde tapınakların cephesi doğuya bakıyordu. Tapınakların etrafı ya da cephesi sütunlu olarak yapılıyordu.Tapınakların cephe tarafında, dışarıda temenosun içinde tapınak cephesi genişliğinde sunak bulunuyordu. Kurbanlar bu sunağın bulunduğu yerde kesilmekte, dinî törenler sunak çevresinde yapılmaktaydı. Kilise ve camilerde olduğu gibi tapınakların içine girilmek suretiyle ibadet edilmesi söz konusu değildi. Çünkü tapınaklar yalnız tanrının evi idi. Tiyatro ve stadionun yapıldığı yerler tamamen coğrafyaya bağlıydı. Tiyatrolar daha çok bir yamaca ve tepe eteğine kuruluyorlardı. Özellikle oturma sıraları yamaca getirilmekteydi. Yuvarlak bir orkestra etrafında yamaca doğru oturma sıraları oluştu-rulmakta ve bir de sahne binası yapılmaktaydı.
            Tiyatrolarda yalnız eğlenceler düzenlenmemekte, aynı zamanda bir takım toplantılar da gerçekleşmekteydi. Stadionlarda bir vadi ya da yamaca yapılmaktaydılar. Stadionların uzunlukları 165-210 metre arasında değişmekteydi. Zaten bu isim söz konusu uzunluk ölçüsünden dolayı verilmiştir. Stadionların uzun U şeklinde bir planları vardır. Gimnasionlar da şehir için önemli yapılardı. Bunlar başlangıçta şehrin dışında ve ağaçlık bölgelerde bulunmaktaydılar. Bir takım sportif ve askerî eğitimler burada gerçekleştiriliyordu. Sonradan bu yapılar şehir içine ve hatta şehir merkezine yapılmaya başlanmıştır. Eğitim faaliyetleri bu binalarda gerçekleştirilmekteydi. Bunlarda çalışma odaları ve diğer odalar yer almaktaydı.
            Grek şehirlerinde evler bir avlu içerisine yapılmışlardı. Çeşitli odaları bulunuyordu. Pencereler dar ve yüksek olarak yapılmışlardı. Evlerin sırtı sokaklara dayandırılmıştı. Şehirlerin etrafını kerpiç ve taştan yapılmış surlar çevirmekteydi. Bu şekilde şehir korunaklı hale getirilebiliyordu. Şehrin dışında ise ölülerin gömüldüğü nekropolis adı verilen mezarlık-lar bulunmaktaydı. Nekropolis, ölüler şehri anlamına gelmekteydi.
 
ŞEHİR PLÂNLARI
           Plânlı Şehircilik: Grek dünyasında şehirler düzensiz plânlı, düzenli plânlı olmak üzere iki kısıma ayrılmaktaydı. Düzensiz plânlı şehirler büyük ölçüde eskiden var olan köylerin geliştirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Cadde ve sokaklar, köy yollarının devamı şeklinde-dir. Yollar arazinin durumuna uydurulmuşlardır. Bu şekilde gelişmiş şehirlerden önceden plânlama yapılmamıştır.
            Düzenli plânlı şehirler, önceden gerçekleştirilmiş plâna göre yapılmış şehirlerdir. Bu plânlama bir otorite tarafından şehirn bölümlere ayrılması şeklinde gerçekleştirilmiştir. M.Ö 4. yüzyılda düzensiz plânlı şehirler için eski tarz, düzenli plânlı şehirler için ise yeni tarz tabiri kullanılmıştır. Yeni tarzda şehirlerde enlemesine ve boylamasına cadde ve sokaklar oluşturulmak suretiyle şehrin bölümlere ayrıldığı görülmektedir. Bu şekilde plânlamaya ızgara plânı denilmektedir. Bu plânın ilk kez Hippodamos tarafından uygulandığı ifade edilmektedir. Bundan dolayı ızgara plânına Hippodamos tarzı da denilmektedir.
            Aristo, devlet ve yönetim şekillerinden bahsederken Hippodamos’tan da bahsetmiştir. Onun belirttiğine göre Hippodamos, şehirleri ilk bölen kişidir. Erken Ortaçağ lügatlarında Hippodamos, Meteorologos yani mimar olarak belirtilmektedir. Strabon’da Hippodamos’un Rodos’un plânını yaptığını ifade etmektedir. Asıl o, Pire şehrinin plânını yapmıştır. Kendisini üne kavuşturan durum bu şehrin plânını yapmış olmasıdır. Onun başka şehirlerin plânlarını yapmış olduğu da ifade edilmektedir. Belirtilen şehrin plânını yapmadan önce Miletos şehrinin plânını yaptığı ve buradaki başarısından sonra Pire’yi plânlamak üzere çağırıldığı düşünülmektedir. Daha sonra güney İtalya’da Thurioi kentine M.Ö 444-443 yıllarında yerleş-miştir. Burada Perikles’in himayesine girdiği ve çalışmalarını sürdürdüğü kabul edilmektedir. Miletos şehrini de plânladığı düşünüldüğünde Thurioi kentinde kaldığı zaman en az 70 yaşında olduğu hesaplanmaktadır. Onun Thurioi kentini de plânlamış olduğu genelde kabul edilmektedir. Ancak bu kentin plânının diğer plânlamış olduğu kentlerden farklı olması, farklı tarzda bir plân uygulamış olduğunu düşündürmektedir. Sonradan Thurioi kentine yerleşme-sinden dolayı o, Thurioili olarak da ifade edilmiştir. Onun yapmış olduğu plânların beğenilmesi ödüllendirilmesine de zemin hazırlamıştır. Kendisine Pire’de bir ev verildiği gibi Pire agorasına da adı konulmuştur.
            Aristo, Hippodamos ile ilgili bilgiler verirken onun şehirleri böldüğünü özellikle Pire şehrini böldüğünü ifade etmektedir. Onunla ilgili olarak Eurifon’un oğlu, uzun saçlı, süs eşyaları olan, doğal bilimlerde kendini kanıtlamayı isteyen, yaz-kış sade ve yünlü elbiseler giyen birisi olarak ifade etmektedir. Özellikle alanı olmadığı hâlde politika hakkında da ilk kez görüş ileri süren kişi olduğunu söylemektedir. Verilen bilgilere göre; Hippodamos’a göre devlet, üç sınıflı, on bin kişinin yaşadığı bir şehirden ibarettir. Devletle toprak üç kısıma ayrılmaktadır. Bunlar kutsal, devlet ve özeldir. Kutsal topraklar tanrılarca sunulan adakları karşılamak içindir. Devlet toprakları, devletin savunucusu olan askerlerin ihtiyacını karşılamaya yöneliktir. Özel toprak ise çiftçilere aittir. Hukuk da, görülen davalardan dolayı üçe ayrılmaktadır. Saldırı, zarar-ziyan ve katl’dir. Ayrıca bir takım hukukî meselelerde ihtiyarların oluşturduğu bir yüksek adalet divanı da söz konusudur.
 
            İlk Izgara Plânlı Şehirler:    İlk ızgara plânlı şehirler M.Ö 7. ve 6. yüzyıllarda yani arkaik devir olarak bilinen dönemlerde ortaya çıkmışlardır. M.Ö 8. yüzyıldan itibaren Grekle-rin değişik kültür coğrafyalarını görmeleri özellikle eski doğu şehirlerini tanımaları şehir plân-cılığında yeni bir hamle yapmalarına zemin hazırlamıştır. Çünkü onların görmüş oldukları bu şehirler dikey ve yatay sokak ve caddeleri oluşturulmuş, belirli bir plâna göre yapılmış şehirlerdi. İşte bu şehirlerin plânlamasını da gördükten sonra yeni yapmaya başladıkları şehirleri belirli bir plân çerçevesinde yapmaya başladıkları anlaşılmaktadır. Bu şekilde plânlanan şehirler doğal bir felaket ya da savaş sonrasında şehirlerin yeniden plânlanmasını gerektirdiği zamanlarda olmuştur. Ayrıca hiç yerleşim yeri olmayan bir yere şehir kurulacağı zaman böyle bir plânlama yoluna gidildiği de görülmektedir. Anadolu’da bu şekilde plânlanmış Smirina örnek olarak gösterilebilir. Bu ilk ızgara plânının Greklerin deniz aşırı ülkelere gitmeleriyle birlikte kurmuş oldukları kentlerde de uygulandığı görülmektedir. Karadeniz’in kuzey sahil şeridinde kurulan Olbia kenti ve güney İtalya’da Poseidonia kenti-nin yapılan kazılar sonucunda bu şekilde plânlanmış olduğu görülmektedir.
 
            Gelişkin Izgara Plânı:     Bu plân M.Ö 5. yüzyıldan itibaren yoğun olarak uygulanmış bir plan şehridir. Şehir, dikey ve yatay sokaklarla bölümlere ayrılmıştır. Bu bölümlemede genelde dar sokaklar karakteristiktir. Şehrin önemli unsurları merkeze yerleştirilmiştir. Bu şekilde plânlamada merkeze ulaşmanın bir takım sıkıntıları söz konusu olmuştur. Bir ölçüde bu ulaşım sıkıntısını ortadan kaldırabilmek için şehrin merkezine ulaşan çapraz yollar yapılmak suretiyle hem yol uzunlukları kısaltılmış, hem de bu çapraz yola diğer sokakların açılması sağlanmıştır. Gelişkin ızgara plânında oluşturulan adalar şehrin önemli unsurları olarak ortaya çıkmışlardır. Adaların farklı şehirlerde farklı şekillerde plânlandıkları ve bu plân yapılırken belirli bir standarda uyulmadığı görülmektedir.
            Gelişmiş ızgara plânında şehre sonradan geleceklerin yerleşmelerine imkan verecek şekilde ihtiyaç fazlası adalar oluşturma yoluna da gidilmiştir. Böylece sonradan yerleşecek olanların yerleşim sıkıntıları çözüme kavuşturulmuştur. Bu plân ova, tepe, tepe eteği gibi yerlerde rahat bir şekilde uygulanabilmiştir. Düz alanlarda canlı bir görüntü yakalanamamış-ken, yamaca kurulmuş şehirlerde bir canlılık sağlanabilmiştir. Ancak yamaçta bu plân uygulandığında setleme diyebileceğimiz bir yöntemin de uygulamaya konduğu anlaşılabil-mektedir. Gelişkin ızgara plânlı şehirlere Miletos, Rodos, Pire, Selinus, Akragas gibi şehirler örnek olarak verilebilir. Bu şehirlerin genelde plânları aynı olmakla birlikte birbirinden farklı iki tür plân ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisinde cadde ve sokakların aynı genişlikte oldukları görülmektedir. Diğerinde ise dar sokak ve geniş caddeler karakteristiktir. Aynı genişlikte cadde ve sokaklara sahip şehir plân tarzı için Ege Tarzı, dar sokak ve geniş caddelere sahip şehir plân tarzı için ise İtalya Tarzı tabiri kullanılmaktadır. Bu şekilde ayırım daha çok arkeolojik veriler dikkate alınarak yapılmıştır.
 
            Ege Denizi ve Çevresinde Şehir Plânı: M.Ö 5.- 4. yüzyıllarda şehir plânlamacılığın-da önemli adımlar atıldığı bilinmektedir. Özellikle Ege Denizi ve çevresinde ızgara alanı plânı tabir edilen plân yoğun bir şekilde uygulanmıştır. Bu dönem şehirlerinde başlangıç itibariyle dar sokaklar karakteristiktir. Şehirlere göre değişiklik gösternekle birlikte sokakların genişlik-leri genelde aynıdır. En dar sokaklar 3-3,5 metre genişliğinde iken bunların geniş olanları 4,5-5 metreyi bulmaktaydı. Şehirlerde adaların büyüklükleri de birbirinden farklılık göstermekte idi. Bazı şehirlerin adalarının eni ve boyu birbirine yakın ölçülerdeydi. Bazılarında ise ince ve uzun adalar bulunuyordu. Bu adalar dikdörtgen plânlıydılar. Örneğin Miletos’un plânlamasın-da adalar kareye yakın yapılmışlardı. Menderes Magnesia’sında ise adaların dikdörtgen şeklinde olduğu tespit edilebilmiştir. Adaların ölçülerinin eşit olduğu ve enlemesine ve boylamasına ölçümlerinde farklılık olmayan araların bulunduğu kentlerde sokakların sayıları-nın eşit olduğu ortaya çıkmıştır. Dikdörtgen şeklinde adalara sahip olan şehirlerin uzun kenara sahip olan ada sokakları, kısa kenarlı sokaklarından daha az olmuştur. Eğer dikdörtgen adaların dar kenar uzunlukları, uzun kenar uzunluklarının iki katı ise kısa kenar sokaklarının sayısı, uzun kenar sokaklarının sayısının iki katı olmuştur. Şehirlerin merkezde hareketliliğini artırmak için ana cadde yapımı da bir zorunluluk haline gelmiştir. 5. yüzyıldan itibaren şehir plânlarında şehri boydan boya kesen bir anacaddenin varlığı bilinmektedir. Bazı şehirlerde ana caddenin kenarında bulunan adaların daraltılması pahasına cadde oluşturulduğu görülmektedir. Bu durum genel ihtiyaç sonucunda ortaya çıkmıştır.
            Liva şehirlerinde ana caddenin limandan uzak bir yerden geçirilmesi söz konusu olduğunda ana cadde şehrin tam merkezinden değil biraz daha geri taraftan geçirilmeye çalışılmıştır. Bazı şehirlerde ise birbirini kesen iki ana cadde düşünülmüş, bu caddelerden birisi daha geniş, diğeri ise biraz daha dar olarak plânlanmıştır. Bu caddelerin kesiştirilmeleri şehrin kurulmuş olduğu coğrafya dikkate alınmak suretiyle yapılmıştır. Bazı durumlarda ana caddeler şehri yaklaşık dört eşit parçaya bölerken bazen ise bu bölünme eşit olmamıştır. Şehirlerin ana caddelerinin mutlaka agoranın yanından geçmesi sağlanmıştır. Bu şehirlere bakıldığında sokakların genişliğinin 3-5 metre, caddelerinin genişliğinin ise 7-10,5 metre arasında değiştiği görülebilmektedir. Şehirlerin çok daha geniş caddelere sahip olanları da tespit edilebilmiştir. Diodoros’un belirttiğine göre İskenderiye şehrinin ana caddesinin genişliği 30 metreyi bulmakta, şehirlerde agoralar en az iki ada üzerine inşaa edilmektedirler. Bazı durumlarda 4-5 ve 8 ada üzerine de inşaa ediliyorlardı. Menderes Magnesia’sında agora altı ada üzerine inşaa edilmiştir. Şehirlerin plânlamasında uzunluk hesabı olarak ayak kullanılmaktaydı. Bir ayak 30 santimetre, yüz ayak bir Plethron = 30 metre etmekteydi.
            6 plethron=1stadion=180 metre idi. Bu durumda 1plethron stadionun 1/6’sına denk geliyordu. Ölçülerde yüz ayak ve katları söz konusu olduğunda plethron kullanılıyordu. Adalarda inşaa edilen evlerin sayısı da birbirinden farklılık göstermekteydi. Bazı adalarda dört ev inşaa edilmişken bazılarında ise iki sıra halinde on ev inşaa edilmiştir. Ancak adalar üzerine inşaa edilen bu evlerin ölçülerinde herhangi bir serbestlik söz konusu değildi. Şehir plânları bakımından en önemli merkezlerden birisi Miletos kenti idi. İki köy arasında arslanlı liman ve tiyatro limanı olarak bilinen yerlerin orta kısımında küçük bir tepe üzerinde kurulmuş bir kentti. Plânı dama tahtasına benzemekteydi. Şehir, tepenin etrafında bulunan üç mahalleden oluşmaktaydı. Bu mahallelerde adaların farklı yönlere göre plânlanmış olmaları her birinin ayrı ayrı plânlandığını ve coğrafyanın bu plânlamada etkili olduğunu gösterebil-mektedir. Üç mahalleden gelen yollar belirli bir alanda birleşmekteydiler. Bu yolların birleşmiş olduğu yerde şehrin önemli yapıları inşaa edilmişti. Agora, tapınakar ve çarşılar bulunmaktaydı. Tiyatro coğrafi nedenlerden dolayı bir tepe eteğine inşaa edilmişti. Şehrin yollarının kesiştiği resmî, dinî ve ticarî yapıların bulunduğu yer, mahalleleri birbirine bağladığı gibi başka açıdan bakıldığında onları birbirinden ayıran bir yol konumundaydı.
 
            İskender ve Halefleri Zamanında Izgara Plânı:    Izgara plânı İskender ve halefleri zamanında da uygulanan bir plân olmuştur. Bu örnekte plânlanan şehirler 3 kısımda ele alınmışlardır. Bunlar; İskender zamanında yapılan şehirler, Selevkos şehirleri ve Ptelemaios şehirleri. İskender zamanında yapılan şehirlere dair çok fazla bilgi yer almamaktadır. Selevkosların yapmış olduğu şehirler Suriye ve Mezopotamya’da ortaya çıkmışlardır. Bu şehirlerin kurulmasında siyasî, iktisadî ve askerî nedenler ön plâna çıkmıştır. Ptolemaiosların yapmış oldukları şehirlerin izleri Libya’da görülmüştür. İskender ve halefleri zamanında yapılan şehirlere dördüncü bir grup olarak Afganistan ve Pakistan’da ortaya çıkartılmış olan şehirler de dahil edilebilir. Bu şehirlerin düzenli bir plâna göre yapılmış oldukları arkeolojik verilerle tespit edilebilmiştir.
 
İSKENDERİYE:   Bu şehir İskender zamanında planlandığı bildirilen en ünlü şehirdir. Burada ızgara sistemi en iyi şekilde uygulanabilmiştir. Şehrin, mimar Deinokrates tarafından planlandığı bilinmektedir. Geniş cadde ve sokaklara sahip bir şehir olduğu, antik kaynaklarca ifade edilmektedir. Strabon, bu şehrin sokaklarında rahatlıkla atların ve tekerlekli arabaların dolaşabildiğinden söz etmektedir. Şehir, bu dönemde kurulmuş şehirlerin bütün özelliklerini taşımaktadır. Özellikle şehrin ortasından geçen ana cadde yüz ayak yani 30 metre genişliğinin olması kaydadeğer bir husustur. Bu şehirde dikkate değer başka bir unsur Hippodromos’un bulunmasıdır. Şehrin yan tarafında bulunan bu alanda atlar ve arabayla talimlerin yapıldığı ve yarışların düzenlendiği bilinmektedir.
Şehrin Maorotis Gölü ile deniz arasında bulunması ticarî faaliyetleri açısından da önemli bir yer tutmuştur. Hatta bu gölün kanalla Nil Nehri’ne bağlanmış olması da şehrin Nil ticaretinden yararlanmasına da imkan sağlamıştır.
 
EFESOS:    Efesos, başlangıçta özellikle arkaik devirde var olan bir şehirdi. Öncelikle Selçuk Tepesi ve bu tepenin yanındaki ovada kurulmuştu. Şehir adını bir Amazon liderinden almıştır. Bu şehrin en önemli unsurlarından birisi Artemis Tapınağı olmuştur. Bu bereket tanrıçası daha çok Anadolu kökenli bir tanrıça olarak ortaya çıkmıştır. Küçük Menderes’in zamanla ovaya yayılması, bataklıklar oluşturması, şehir için olumsuz etki yapmıştır. Bataklığın oluşturduğu kötü kokudan kurtulmak, sağlıklı bir yer bulmak ve aynı zamanda emniyetli bir yerde şehir kurma ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple şehir, Bülbül Dağı ve Panayır Dağı yamaçlarına taşınmış, her iki dağın yamacına teraslamalar da yapılmak suretiyle şehir kurulmuştur. Burada ızgara planı belirgin bir şekilde uygulanmış, iki dağın arasında bulunan alan ise şehrin merkezi haline getirilmiş, idarî ve iktisadî açıdan önem taşıyan yapılar bu iki tepe arasındaki alana yapılmıştır. Şehrin adı aynı şekilde Efesos olarak devam etmiştir.
 
SELEVKOS TARZI IZGARA PLANI:   Izgara planı olarak kabul edilebilen plan, Selevkoslar tarafından da yoğun olarak uygulanmıştır. Özellikle iktisadî, idarî ve askerî açıdan önem taşıyan yerlere Selevkoslar tarafından şehirlerin kurulmuş olduğu bilinmektedir. Bu şehirlere Grek ve Makedonlar getirilmek suretiyle yerleştirilmişlerdir. Nüfus yapısı bakımından bu şehirlerin kurulmuş olduğu coğrafyalarda adeta belirli adalar oluşturulmuştur. Selevkos şehirlerine en eski örnek Dura – Europas olarak gösterilmektedir. En önemlisi ise Antiokheia(antakya)’dır. Bu şehrin en belirgin özelliği dört bölümden oluşmasıdır. Bu özelliğinden dolayı Strabon şehre tetrapolis demiştir. Bu isim dördüz şehir anlamına gelmektedir. Şehirde etrafı surlarla çevrili dört bölüm olduğundan bu isim verilmiştir.
 
İTALYA TARZI:   Bu plan İtalya’da yoğun olarak uygulanmıştır. Bazı yerleşmelerde bir tarafa yönelik olan cadde ve sokaklar geniş, diğer taraftakiler dar olarak yapılmışlardır. Başka örneklerde ise caddelerin belirli aralıklarla dizildiği kare ve dikdörtgen odaların oluşturulduğu görülmektedir. Buradaki şehirlere Poseidonia, Akragas, Thurioi gibi şehirler örnek gösterilebilir. İtalya’da Grek unsurlar tarafından yapılmayan şehirlerde de böyle bir planın uygulanmış olduğu anlaşılabilmiştir.
 
ARAZİYE BAĞLI ŞEHİRCİLİK:    Tepe ve tepe eteğine kurulmuş şehirlerde de bu plan uygulanabilmiştir. Bu şekilde oluşturulmuş şehirlerde planda araziye bağlı olarak bir takım esnekliklerin ortaya çıktığı görülmektedir. Örneğin; şehrin merkezinden geçen düz caddeler yerine araziye uyumlu aşağıdan yukarıya doğru kıvrılarak çıkan yollar oluşturulmuştur. Bu çerçevede bu şekilde inşaa edilmiş şehirlere en güzel örnek Bergama’dır. Bir ovada bir tepe üzerine kurulmuş olan şehrin gelişimi yukarıdan aşağıya doğru olmuştur. Yukarı kent, idarî, dinî yapıları da barındırmaktadır. Şehirde çok güzel bir setleme yöntemi uygulanmıştır. Hatta bu setler oluşturulurken zaman zaman stolardan da yararlanılmıştır. Agoranın üst tarafından geçen ana caddenin kenarına yapılan stoaların birinci katlarının yönü agora, ikinci katlarının yönü ise ana yola bakacak şekilde yapılmıştır. Agoranın alt tarafından geçen sokağa ise stoaların alt katları, agoraya ise üst katları bakacak şekilde inşaa edilmiştir.
 
Bölümler
 


Bu sayfayı nasıl buldunuz?
kötü
orta
iyi

(Sonucu göster)


 
Bugün 5 ziyaretçi (7 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol